TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

Çözümün Yolu Terör Örgütüyle Müzakereden Değil, Demokrasiyi ve Millî Birliği Güçlendirmekten Geçer

“Çözüm süreci” denilen girişimin başlangıcında terör örgütünün muhatap alındığı bir müzakere sürecinin Türkiye’nin kanayan yarasını tedavi edemeyeceği, gerçek manada bir çözüm getiremeyeceği, hatta tam tersine ayrışma ve çözülmeye katkıda bulunacağını ikaz etmiştik. Vatanseverlik, milliyetçilik ve insan haklarına saygı ilkelerimiz doğrultusunda gelişmelerin bizi haksız çıkarması bizi sadece memnun ederdi. Ne yazık ki aradan geçen yaklaşık bir buçuk yıl zarfında ne PKK silah bıraktı, ne terörist unsurlar yurt dışına çıktı. Sürece zarar vermemek gerekçesiyle, güvenlik güçlerimizin, yürürlükte olan anayasa ve yasalar çerçevesindeki yetkilerini kullanmasının engellenmesi sayesinde, istisnai haller hariç, kan dökülmemiş olması, psikolojik ve siyasî açıdan ayrışma ve çözülmenin devam ettiği gerçeğini örtemez. PKK, yeni eleman devşirerek gücünü arttırıyor, gençlik yapılanmasıyla bölge halkı üzerindeki nüfuz ve baskısını yoğunlaştırıyor.

Son gelişmelere bakıldığında bir korucubaşı şehit edilmiş, devlet günlerce bir karayolunu ulaşıma kapatanları derdest edememiş, hatta eylem askerlere ateş açılmasına kadar varmış, PKK’nın dağa götürdüğü reşit olmayan çocukların annelerinin eylemleri üzerine Başbakan terör örgütünün sivil kanadındaki siyasîlerden yardım istemiştir.Yol kapatılması sırasında ilgili şehrin valisinin acz ifade edene beyanları, bir başka ilin valisinin terör örgütünün mahkûm liderine övgü dizmesi de süreç içinde devlet mekanizmasının uğra(tıl)dığı tahribatın yalın göstergeleridir.

Türk milletine, akil adamlar ve iktidar yanlısı olsun olmasın medya eliyle bir psikolojik operasyon aşama aşama uygulamaktadır: Kanın akmasını istemiyorsak, barış ve huzur içinde yaşamak istiyorsak bu süreçte yaşanacak zilletlere tahammül edeceksiniz. Biri bayrağa hakaret mi etti, görmezden geleceksiniz. Öteki millî bir kahramanın adını caddelerden sileceğini mi açıkladı, bir iki kınama ile geçiştireceksiniz. PKK-KCK bölgeyi haraca bağlamış, iş yapan herkesten “vergi”sini alıyormuş, çocukları dağa kaldırıyormuş, sızlanabilirsiniz ama devletten bir şey beklemeyin.

Altını da üstünü de çizerek belirtelim ki, bu ülkeyi ve milleti yaklaşık 30 yıldır uğraştıran, enerjisini ve gücünü tüketen, vatan evlatlarının-çoğu genç yaşta- hayatlarına mal olan bu kalkışmanın, etnik fitnenin, sadece yöre insanı tarafından değil bütün Türk milleti tarafından kabul edilebilecek bir yaklaşım ve yöntemle sona erdirilmesi vicdan sahibi herkesin ortak dileğidir. Mesele de bu değildir. Çözümden muradın ne olduğu, “taraf”lara göre değişmektedir. Hatta, hükümetin bu konudaki nihai çözüm planının ne olduğu kamuoyu tarafından bilinmemektedir. PKK-KCK-BDP-HDP cephesinin nihai hedefi ise, her ne kadar kendileri inkâr etse de, dört parçalı bağımsız Kürdistan’dır. Bu aşamada ise adına “demokratik özerklik” dedikleri bir projenin tahakkukunu hedefliyorlar. Hükümetin Kuzey Irak Kürt yönetimi ile petrol ve karşılıklı ekonomik işbirliği odaklı olarak geliştirdiği yakın ilişkilerin Ortadoğudaki diğer güçlerle ilişkileri ve kendi iç meselemiz açısından doğruabileceği sonuçların iyi hesaplandığı konusunda ciddi kaygılar vardır. Suriye’de izlenen politikanın yol açtığı tahribat bu konuda sağlıklı bir stratejinin belirlenip uygulanmadığını göstermiştir.

“Demokratik” kelimesiyle cilalanan proje aslında bölge halkı üzerinde PKK baskısının ve hâkimiyetinin tam manasıyla kurulması manasına geliyor. Gerek genel gerekse mahalli seçimlerde rakip olabilecek “Kürtçü”, “Kürt-İslamcı” unsurlara dahi tahammül edemeyen, iktidar partisi adaylarına bile neredeyse hayat hakkı tanımayan bir tavrın demokratikliğinden bahsetmek şaka gibidir. Asıl hazin olanı ise ülke “aydın”larının, gazeteci-yazar kanaat önder(!)lerinin büyük kısmının bu apaçık yalanı millete enjekte etmekteki kararlı ihanetleridir.

Kitabın ortasından konuşmanın zamanı geldi de geçiyor…6 Haziran 2014 tarihinde bizzat sürecin koordinatörü Başbakan yardımcısı da dâhil hükümet ve iktidar partisi üyelerinin de katıldığı Diyarbakır’daki çalıştayda masaya yatırılanın Türk milletinin birliği ve Türk devletinin bütünlüğü olduğuna dair ciddi endişeler vardır. İktidarın, karşı cepheyi oyalamak için bir takım taktik adımlar atacağı şeklinde kamuoyuna pompalanan propaganda kasıttan değilse saflıktan kaynaklanmaktadır. Türkiye’de 10 yıl önce hayal bile edilemeyecek pek çok değişiklik ve gelişmeden sonra daha işin başındaymışız şeklinde bir yaklaşımın tedavülde oluşunu nasıl açıklayabiliriz? Cevap açıktır: Taviz siyasetinin sonu yoktur. Eli silahlı bir örgütle, müzakere edilerek bir meseleyi nihai çözüme kavuşturmak muhaldir, imkânsızdır.

Bugün terör örgütü mensuplarını oyalama taktiği olduğu söylenen müzakerelerin giderek etnik milliyetçiliği, etnikçi siyaseti güçlendiren bir etki yaptığını kimse gözardı edemez. Devletin güvenlik için inşa ettiği kalekollara karşı çıkmanın manası ne olabilir? “Çözüm” gerçekleştiğinde bölgede “T.C.” yi temsil eden hiçbir sembol, yapı vb. görmek istemeyen, bayrağa dahi tahammül edemeyen bir anlayışla karşı karşıyayız. Terör örgütü ve yandaşlarının siyasî alanda başarı kazandıkları duygusunun giderek güçlenmesi psikolojik ayrışmaya ve dolayısıyla fiilî bölünmeye sebep olmaktadır. O bakımdan, devleti yönetenlerin “yüz yıllık parantezi kapatmak”, “red, inkâr ve asimilisayona son vermek” gibi cilalı lafların cazibesine kapılmamaları ve toplum ve devlet düzeyinde ayrışmaya yol açacak eylem ve söylemleri terk etmeleri bir mecburiyettir.

BDP yöneticileri demokratik özerklikten kastın mahalli idarelere idarî ve malî özerklik tanınması değil siyasî özerklik olduğunu açıkça ilan ederken hükümet cephesinin mahalli idarelerde reform teklifiyle mutabakat sağlaması mümkün görünmüyor. Diyarbakır’da yapılan çalıştayın en önemli hedefinin Cumhurbaşkanlığı seçiminde bölge seçmenini iktidar partisi adayı lehine etkilemek olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, bu çalıştayın Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde “Kürt oyları”nı etkilemek daha doğrusu BDP-HDP seçmeninin muhalefetle birlikte hareket etmesini önlemek için yapılması da kafaları karıştırmak için kullanılmaktadır.

Çocukları PKK tarafından dağa götürülen annelerin eylemleri de bu çerçevede değerlendirilmektedir. Buna mukabil KCK-PKK cephesi karakol, karakol ve baraj yapılmlarına karşı çıkmak bahanesiyle yollar keserek devlet otoritesinin zaafını açıkça ortaya koymaktadır. “Barış ve çözüm”  isteyenlerin bölgede asayişin sağlanmasına yönelik tedbirlere karşı çıkmasının ardında PKK-KCK’nın “çözüm” sonrası yörede tek hâkim olarak kalma niyetinin olduğu aşikârdır. Hâlihazırda KCK Asayiş tabelasıyla yol kesen eşkıya, ileride yöre insanı üzerinde nasıl bir “demokratik (!) özerklik” kuracağını ilan etmektedir. Bu yüzdendir ki devlet, bölge halkının gönlünü kazanma siyasetini, genel demokratik ve insan hakları çerçevesinde devam ettirmeli ama PKK-KCK-BDP cephesine taviz siyasetine derhal son vermelidir.

Türkiye’yi yönetenler bu ülkenin tarihini, mevcut toplum yapısını, jeostratejik konumunu etraflıca düşünmeden atılacak adımların nelere mal olabileceğini iyi hesaplamalıdır. Toplum dokusunu bozacak, kardeşliği tahrip edecek, devlet yapısını sarsacak gelişmelerden kaçınmak için azami dikkat gösterilmelidir. Türkiye’nin Kürtçe ve Zazaca konuşan yurttaşlarının büyük çoğunluğunun Orta ve Batı Anadolu’da yaşadığı, dinî ve kültürel beraberlikten dolayı evlenmeler yoluyla etle tırnak haline geldiğimiz, ekonomik, sosyal bütünleşmenin boyutları vb. gerçekleri tekrarlamak gereksizdir. Bu gerçekliğe, tarihî beraberlik ve ortak gelecek tasavvuruna rağmen bölücü-etnik fitnenin zehirlediği unsurların söylemlerinin merkez medyada adeta tartışılmaz gerçekler olarak propaganda edilmesi de ayrıca üzerinde durulması gereken bir gaflet ve hamakat örneğidir.

Kısacası, Türkiye’nin bu etnik fitneyi halletmesinin yolu, terör örgütü ve ondan talimat alanlarla müzakere etmekten geçmiyor. Tarihimize, kültürümüze ve ortak geleceğimize dayalı bir millî birlik anlayışıyla Meclisimize bu konuda büyük görev düşmektedir. Etnik fitnenin çözümünün anahtarı, teröristle müzakere değil, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesi ve çağdaş demokratik değerler temelinde Türk milletinin birliği ve Türk devletinin bekasını esas alan bir yaklaşımdır.

Cumhurbaşkanlığı Seçimi hakkında bir not
Türkiye, Ağustos ayında her açıdan geleceğini etkileyecek önemli bir seçim yapacak. Tarihimizde ilk defa, demokratik bir ortamda halkoyuyla Cumhurbaşkanı seçilecektir. Son dönemin kutuplaşma ortamı yüzünden geniş bir mutabaktla Cumhurbaşkanı seçilmesi imkânsız hale gelmiştir. Sistem değişmediği halde seçimle gelecek bir Cumhurbaşkanımızın olacak olması önümüzdeki dönemde ülke yönetimi açısından ciddi meselelerin ortaya çıkması potansiyelini barındırıyor. Maalesef Türk siyaseti gündelik çekişmelerin girdabından sıyrılıp bu meseleyi ciddi bir şekilde tartışmamıştır. O yüzden de Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında ciddi krizlerin ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir.  Temennimiz, bu süreçte devletin bütünlüğü ve milletin birliği konusunda vahim sonuçlar doğuracak hataların yapılmaması, millî iradenin tecelligâhı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ve anayasal kurumların bu istikamette gerekli dirayeti göstermeleridir.

Not: Bu yazı, Lice’de ölümle sonuçlanan ve Diyarbakır’da Türk bayrağının indirildiği olaylardan önce yazılmıştı. Yetkililerin bölgeyi çözüm adı altında PKK’nın insafına teslim anlamına gelecek uygulamalar konusunda tekrar ikaz ediyor, Türk milletinin aziz bayrağına yapılan saldırıya göz yumanların bir an önce cezalandırılmasını talep ediyoruz.  Biz “bu şafaklarda yüzen al sancak”ın asla sönmeyeceğine, onu oradan indirmek cüretinde bulunan zihniyetin ergeç gerekli cevabı alacağına yürekten inanıyoruz. Aymazlık ve taviz siyasetine inat, şanlı hilal şafaklar gibi dalgalanmaya devam edecektir.