TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

KORONA VİRÜSÜ SALGINI SONRASI DÜNYADA MİLLÎ DEVLET

Sözlük tanımına göre “millî devlet”, nüfusunun çoğunluğu ortak bir kültüre, tarihe ve dile sahip bulunan bir devletin, belirli bir toprak parçası üzerinde oluşturduğu siyasi birimdir. Millî devlet, bir millete dayanır ve o milletin hâkim olduğu bir toprak parçası yani “vatan” üzerinde bağımsız yaşamasını sağlar; millet ise gerçek veya varsayılan ortak bir kökene, dile, kültüre sahip insanlardan oluşur.

Bazı teorisyenler, milliyetçiliğin millî devletler tarafından yaratıldığını söyler. Bu, kendi tarihimizden bilindik aksine örnekler olmakla birlikte, kısmen doğrudur; zira Avrupa’da XVI. yüzyıldan başlayarak merkezî-teritoryal millî devletlerin oluşmaya başlaması söz konusudur. Bilhassa 1648’deki Westfalya Antlaşması’ndan sonra oluşan devletler sistemi, bu süreçte önemli bir dönemeçtir. Fransız Devrimi sırasında ise millî devlet, Fransa’da ideal standart hâline geldi ve oradan da bütün dünyaya yayıldı. Bununla birlikte Almanya, İtalya ve Türkiye gibi örnekler, millî devletlerin meydana gelmesinde milliyetçiliğin oynadığı rolü ortaya koyar. Milliyetçilik bu örneklerde, millî devletin oluşumunda rol oynayan başlıca unsurlardandır.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında ise giderek millî devletlerin sonuna gelindiği, küreselleşmenin dünyayı küresel bir köy hâline getirdiği ileri sürülmeye başlandı. Ekonomik ilişkiler, bilgi teknolojilerindeki baş döndürücü gelişmeler, bu yöndeki iyimser beklentileri arttırdı. Ne var ki Sovyetler Birliği’nin dağılması, Yugoslavya’nın parçalanması ve 11 Eylül 2001 olayının ardından ABD’nin dünya hâkimiyetini sürdürmek amacıyla giriştiği yeni projelerin yol açtığı tepkiler, millî devletin sonunu ilan edenlerin aceleci davrandıklarını ortaya koydu. 20. yüzyıl sonlarında, millî devletin dayanıklılığı ve geleceği hakkında Peter Drucker şunları ifade ediyordu:[1]

Bütün eksiklerine rağmen millî devlet şaşırtıcı bir şekilde direnç gösterdi. Çekoslovakya ve Yugoslavya değişen düzenin kurbanları olduysa da daha önce hiç böyle olmamış olan Türkiye, işleyen bir millî devlet hâline geldi. (…) Millî devletler, büyük ihtimalle ekonominin küreselleşmesini ve ona eşlik eden enformasyon devrimini atlatacaklar. Bununla birlikte yeni millî devlet, iç malî ve para politikalarında, dış ekonomik politikalarda, uluslararası iş dünyası ilişkilerini denetlemede ve belki savaşın idaresinde, büyük ölçüde değişik bir millî devlet olacaktır.”

Korona Virüsü Sonrasında Millî Devlet

Temelleri daha önceye dayansa da, özellikle 1990’lardan itibaren dünyanın içine girdiği hızlı küreselleşme süreci çerçevesinde, iki kutuplu dünya düzeninin ortadan kalkması, “medeniyetler çatışması” tezinin ortaya atılması, zaman içinde İslamofobi’nin yükselmesi, etnik ve mezhebî çatışmalarla vekâlet savaşlarının yoğunlaşması vb. süreçler, siyasi coğrafyanın yeniden tarif ve tanzimine yönelik hamleleri de beraberinde getirdi. Teknolojideki baş döndürücü gelişmeler, Çin’in yükselişi vb. de bu süreci belirlemede en etkili faktörler arasındadır.

21. yüzyılda özellikle kadim İslam coğrafyasındaki devletler teker teker iç savaşlarla paramparça edildi. Müslümanların kaynakları ve kanları üzerinden “vekâlet savaşları” ile derin düşmanlık tohumları ekildi. Şunun altını kalınca çizelim: Bunları söylemek, her şeyi komploya bağlamak değildir. Büyük devletlerin büyük hesapları da komploları da olur. “Bizim Suriye’de, Irak’ta, Libya’da ne işimiz var?” diye soranların; buraların daha yüz yıl kadar öncesinde “bizim topraklarımız” olduğunu, bugün ayrı devletler olsak da bu ülkelerle tarihî, kültürel bağlara sahip bulunduğumuzu unutmamaları ve ABD, Rusya, Çin, Fransa, İtalya ve İngiltere’nin buralarda ne aradığını sormaları gerekir. Irak ve Suriye, Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü, Libya ve Doğu Akdeniz ise denizlerdeki kıskacı bertaraf etmesi için hayati önemi haizdir.

Dünyamız aylardır, 2019 yılının sonlarında Çin’de başlayıp özellikle Mart ayından itibaren ülkemizde ve dünyada ağır sonuçlara yol açan bir Korona virüsü salgınıyla mücadele ediyor. Tarihte zaman zaman büyük salgınlar olmuş, bu salgınların bir kısmı nüfus üzerinde çok tahripkâr sonuçlar doğurmuş, bazıları derin iktisadi krizlere ve siyasi dönüşümlere yol açmıştır. Gelişen teknoloji ve sağlık alanındaki ilerlemeler belki günümüzde salgınların nüfusun büyük bölümünün ölümüne sebebiyet vermesini önlemekte, ama son salgında görüldüğü üzere, devletlerin sağlık altyapılarının baş edemeyeceği boyutlara ulaşan hasta sayıları, çok büyük sıkıntılara yol açmaktadır. İletişim ve haberleşmenin geldiği noktada, sosyal medyanın etkisi de dikkate alındığında toplumların maruz kaldıkları felaketlerin siyasi, sosyal ve iktisadi açılardan son derece yıkıcı ve telafisi zor problemlere yol açacağı aşikârdır. Amerika Birleşik Devletlerinde siyahi bir yurttaşın polis tarafından öldürülmesinin yol açtığı tepkilerin hangi boyutlara vardığını, bütün dünya izledi. İsrail’den Belarus’a çeşitli ülkelerde mevcut hükûmetlere karşı oluşan tepkilerin muhteva ve şiddetinde salgının yol açtığı sosyal psikoloji de etkili bir role sahiptir.

Salgın sonrası hakkında sağlıklı öngörülerde bulunmak için öncelikle salgın öncesinde dünyanın ve ülkemizin hangi temel meselelerinin olduğunu, bunlarla nasıl mücadele edildiğini, dünyanın nereye doğru gittiğini hatırlamamız icap eder. Salgının yol açtığı gelişmeler ve bunların yakın, orta ve uzun vadelerdeki muhtemel sonuçları üzerinde tefekkür etmek şart. Bu konuya dair yaptığı değerlendirmede Prof. Dr. İlter Turan, salgın öncesi dünyada temel eğilimlerden üçünün altını özellikle çiziyor: “ Dijital çağın ilerleyişi, şirketlerin işlevinin yeniden tanımlanması ve ulus devletin yeniden yükselişi.”.[2]

Salgın döneminde bütün dünya, devletlerin sağlık altyapıları, tedarik zincirleri, ekonomiyi canlı tutmak için iktisadi hayatta müdahaleci rol oynama ve toplumu kontrol etme kapasiteleri konularındaki yeterliliklerine odaklandı. Sorun küreseldi ama çözüm, uluslararası dayanışma örnekleriyle birlikte, millî ölçekte aranmaya başlandı. İktisadi hayat, eğitim, sağlık, savunma gibi alanlarda yaşananlar, merkeziyetçi millî devlet yapısını güçlendirici sonuçlar doğuracağa benziyor. Tabii ki acele hükümler verilmesi yanıltıcı olabilir ama en azından görünür gelecekte millî devlet yapısının ve güçlü hükûmet ihtiyacının kendisini çok kuvvetle hissettireceği muhakkaktır.

Sydney’deki The Lowy Institute, Asya Gücü ve Diplomasisi Programı Müdürü Hervé Lemahieu’nun “Çok taraflılık ve Millî Devlet” başlıklı ve “Kovid-19 Hayırhah bir Asya Yüzyılı vaadini paramparça etti: Artık her devlet kendisi için” alt başlıklı yazısında şu ifadeler dikkat çekici:

2020 yılı ‘Asya Yüzyılı’nın doğuşunu işaretleyecek ama pek çok kimsenin beklediği şekilde değil. Asya ekonomileri bu yılda dünyanın kalanından daha büyük olma yolunda idi. Ancak bu iktisadî mucize, Asya’nın 21. yüzyılda oynayacağı tanımlayıcı rol için tamamen daha meş’um bir başlangıç yüzünden başarısızlıkla karşılaştı.”

Bu kriz, ülkelerin içerdeki hükümranlığı ve dayanıklılığını ortaya koymaları açısından bir sınamadır. Zira Korona virüsü salgını, hükûmetlerin ve kurumların yeterlilik veya yetersizliklerini açığa çıkarmaktadır. Ülkelerin dış politikada güç ve liderlikleri her şeyden önce içerdeki yönetme kapasitelerine bağlıdır. Dolayısıyla hükûmetlerin performanslarının kritik belirleyicisi, Fukuyama’nın ifadesiyle, “rejimin türü değil devletin kapasitesi ve her şeyden önce de hükümete güven” olacaktır.[3]

Küresel salgın öncesinde de dünyanın gündeminde güvenlik-özgürlük dengesi, otoriterleşme, terörizmle mücadelede yöntemler, başta kadim İslam coğrafyası olmak üzere mevcut devlet sınırlarının değiştirilmesi vb. konular vardı. Küresel egemenlik mücadelesi veren ABD ve Çin ile o mücadelede etkili olmaya çalışan Rusya ve AB gibi güçler, bu mücadelelerini büyük ölçüde kendi sınırları dışında, başka ülkelerde, o ülkelerin iç dinamiklerinin de kullanıldığı vekâlet savaşlarıyla yürütmekteydi. Korona virüsü ile mücadele döneminde ülkemiz açısından en belirgin şekilde Libya’da, Doğu Akdeniz’de, ama aynı zamanda Suriye ve Irak’ta bu kapsamdaki girişimlerin pek de arka plana atılmadığı aşikârdır.

Küreselleşmenin devam edeceğini ileri sürenler dahi en azından bu dönemde millî devletlerin bir soluklanma imkânı kazandığını kabul ediyor. New York Üniversitesinden Hindistan kökenli bir antropolog ve küreselleşmenin kültürel dinamikleri konusunda uzman olan Arjun Appaddurai’ye göre, “Kovid-19 ulus-devlete, on yıllarca pazarların, çok taraflı kuruluşların ve medya örgütlerinin küçük ortağı olarak görüldükten sonra, yeni bir hayatiyet kazandırmışa benziyor. Pek çok başkan veya başbakana daha fazla güç verilmektedir. Yönettikleri toplumların onlara inancı da genel olarak artmaktadır. Bu ise otoriter liderlerin ileride liberal değerleri göz ardı etmesine yol açacağından korkulmasına sebebiyet vermektedir.”[4]

Sonuç olarak, gerek çevre coğrafyalarda gerekse dünyanın değişik yerlerinde meydana gelen gelişmeler, 1990’lardan bu yana bazılarının artık modası geçmiş gözüyle baktığı ve giderek aşındığını ileri sürdüğü millî devletlerin güçlü bir şekilde geri dönmekte olduğunu gösteriyor. Her ne kadar coğrafyamızda, köklü devlet geleneği olmayan Suriye, Irak, Libya devletleri gibi oluşumlara karşı yürütülen böl-parçala siyaseti bir gerçek ise de dünya genelinde Korona virüsü salgınıyla mücadelede uluslararası kuruluşlardan ziyade hükûmet mekanizmalarının öne çıkması, bu yalın gerçeği ortaya koymaktadır. Türkiye’de salgına karşı mücadelenin özdeyişi olan “Biz Bize Yeteriz!” söylemi, aslında başka pek çok ülke için de geçerli bir formül olmuştur. Netice itibarıyla ülkeler, kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalmışlardır. En güçlü ülkelerde bile gerekli sağlık malzemelerinin tedarikinde yaşanan sıkıntılar, büyük çapta ölümlerle sonuçlanabilmiştir. Türkiye’nin bu süreçteki nispi başarısında; sağlık alt yapısının gücünün yanında, son yıllarda uğradığımız bütün olumsuzluklara rağmen, milletimizin iyi günde, kötü günde birlik ve dayanışma konusundaki geleneksel refleksleri, her türlü aşınmaya rağmen kültürel genlerimizde bulunan dayanışma duygusu ve binlerce yıllık devlet geleneğimiz, çok önemli faktörlerdir. Bütün bunları daha güçlü kılan ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ilkelerinden biri olan üniter, millî devlet yapımızdır.