TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

Türkiye’nin Eğitim Davası: Bir Nesli Daha Mahvetmemek İçin

Anlayış ve bilgi çok iyi şeydir; eğer bulursan, onları kullan ve uçup göğe çık. (…) Akıl, karanlık gecede bir meş'ale gibidir; bilgi, seni aydınlatan bir ışıktır.

(Yusuf Has Hacib)

Çağımızı tarif etmek için kullanılan terimlerden biri, “bilgi çağı” idi. Esasen bu, yanlış bir tanımlamadır; zira bilgi, bir çağda değil bütün çağlarda insanlar için en önemli hazinelerden biri olmuştur. Yusuf Has Hacib’in akıl ve bilgiye dair sözlerinin benzerlerini farklı dönemlerde ve uygarlıklarda da bulursunuz. Ama çağımızda bilginin ve bilimin önemi katlanarak artıyor. Bununla bağlantılı olarak eğitim, bilimsel araştırma ve teknolojik yeniliklerde süregelen yarışta geride kalanların bağımlılığı da vazgeçilemez bir hâl alıyor. Doğal maddi kaynaklara sahip olmayan milletler ve ülkeler için yetişmiş insan gücünün, üretimin ve yaratıcılığın önemi daha da büyük. Doğal kaynakların bir kısmının, özellikle petrol, doğalgaz gibilerinin, yenilenebilir olmadığı gerçeği, insanları sürdürülebilir enerji kaynaklarına yöneltiyor. Burada da eğitim, bilim ve teknolojik yaratıcılık devreye giriyor. Bunun gibi pek çok örnek verilebilir. Bu alanların gelecekte bugünkünden daha da etkili olacağı, dünya yüzünde var kalma mücadelesinde kilit rol oynayacağı kesindir.

19. yüzyıl ve hatta önceki yüzyıllardan itibaren Osmanlı yöneticileri de askerî ve teknik alanlarla bağlantılı konulara öncelik vererek eğitim kurumlarını modernleştirmeye başladılar. II. Mahmud ve bilhassa da II. Abdülhamid devirlerinde büyük atılımlar yapıldı. Cumhuriyet’in kurulmasından sonra da eğitim, öncelikli konulardan biri oldu. Ancak geldiğimiz noktada maalesef en başarısız olduğumuz alanlardan biri eğitimdir. Buna bilimsel, akademik performans ve yenilik (inovasyon) konularını da ekleyebiliriz. 2000’lerde bütçeden Ar-Ge’ye ayrılan payda meydana getirilen artışa rağmen Türkiye hâlâ olması gereken seviyenin çok çok altındadır.

Büyük devletler nitelikli kadrolarla, yetişmiş insan gücüyle ayakta durur ve gelişmeye devam eder. Bilimde ve teknolojide öncülük etmek için eğitim sisteminin belirli bir felsefeye dayanması, kurumların buna göre şekillenmesi şarttır.

Türk milleti evrensel/cihanşümul düşünmelidir. Onun için de eğitim felsefemizin bir ayağı Türk tarihine, Türk kültürüne ve vatan toprağına sımsıkı basarken bir ayağı da dünyayı dolaşmalıdır. Kozmopolit değil cihanşümul olmalıdır. Önce körü körüne Batı hayranlığı sonra da medeniyetler arası diyalog masallarıyla heba edilen nesiller ve yılların tekerrür etmemesi şarttır. Bizim kimliğimizi coğrafyamız, tarihimiz ve dilimiz yoğurmuştur. Bunun mayası da Anadolu’dur. Oradan başlayacağız. Türk’ün Anadolu’dan önceki tarihi, kültürü ve müktesebatı bu mayanın asli elemanlarından biridir. Anadolu’nun da elbette ki Türk-öncesi tarihi, geçmişi, birikimi vardır ve biz onu da temellük etmişizdir. Burada bin yıllık tarih var. Bu tarih tecrit edilmiş değildir, dışındaki dünyayla etkileşimdedir. Büyümüştür ve o “dış”ın önemli bir kısmını “iç” yapmıştır. Dolayısıyla biz Anadolu, Balkanlar, Orta Avrupa, Karadeniz’in kuzeyi, klasik İslam topraklarını kapsayan bir coğrafyada siyasi ve medeni açıdan hüküm sürmüş bir milletiz. Bugün de Afrika’dan Güney Amerika’ya, Arap ülkelerinden Türk dünyasına bütün dünya ile ilişki ve iletişimdeyiz.

***

Eğitim siyasetimiz ve zaman içerisinde yaptığımız değişikliklerde, bu temel ile zamanın ruhu arasındaki ahenk ve uyumu tutturmak esas olmalıdır. Partilerin farklı programları bir yana, ülkeyi 15 yıldır yöneten bir siyasi partinin farklı bakanları dahi eğitimi sil baştan ele almaya giriştiler. İdeolojik ve siyasi hesaplaşmaların girdabında çabalamak yerine bu meseleler, geçmişten geleceğe bir ufukla değerlendirilmelidir. Bu bağlamda farklı görüşler, dünyanın değişik tecrübeleriyle karşılaştırmalar dikkate alınmalıdır. 28 Şubat sürecinin yanlışları, tersinden başka yanlışlarla düzeltilemez. Devlet kurumlarının ve hükûmetlerin müzaheretiyle, diğer bazı alanlar gibi, hatta en başta eğitim alanına “hizmet” ve “altın nesil yetiştirmek” söylemi ile hâkim olan yapılanmanın benzerlerine yol açabilecek özel/vakıf okulları konusuna dikkat gösterilmelidir. Türk milletinin İslam anlayışında merkezî bir yer tutan tasavvuf anlayışını; sorgulamayan, körü körüne itaat eden müritler yetiştirmeyi esas alan bir tarzda istismar eden yapıların eğitim hayatına hükmetmelerinin ne denli vahim sonuçlar doğurabileceğini, FETÖ’nün15 Temmuz darbe girişimi bütün çıplaklığıyla ortaya koydu. Hâl böyle iken benzer yapıların bu yöndeki çabalarına ihtiyatsızlıkla yaklaşılması yanlıştır.

İnsanların din ve vicdan hürriyetlerinin kâmil manada sağlanması elbette devletin görevidir. Ancak toplumsal ve tarihî gerçeklerimizle bağdaşmayan bir takım “liberal” telakkilerle çok-hukukluluk gibi fantezilere itibar edilmemelidir. Cumhuriyet’in, hangi tarihî tecrübelerden ders alınarak kurulduğunu anlayamayanlar var. Aşırılıkların törpülenmesi, kendi medeniyet değerlerimizin süzgeçten geçirilerek gelenekten geleceğe taşınması çok önemlidir. Eğitim alanında da tevhid-i tedrisata böyle bakmak lazım. Toplumun ihtiyaçları ve millî yapımız gereği din eğitiminin hakkıyla yerine getirilmesi lazım. Bu bakımdan imam-hatip okullarının sayılarını arttırmak yerine diğer okullarda başlatılmış olan seçmeli dersler modeli daha doğru ve gerçekçidir.

Orta öğretimde meslek okullarının özendirilmesi, çağımızın gerçekleri ve gelişmelerinin doğal bir gereğidir. Ancak en öncelikli olarak ele almamız gereken işlerin başında, sürekli müfredat yenilemek yerine öğretmen yetiştirme politikamızı sağlam esaslara bağlamak gelmelidir. Bu konuda Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyet döneminde çok iyi örnekler var. Bunların da eleştirilecek yönleri var elbette ama idealist, mesleğine âşık öğretmenler yetişti. Tabii ki çağ değişiyor, hatta eğitim-öğretimin yapısı hakkında farklı düşünceler neşvünema buluyor. Bilgilerimizin kaynağı, eskisi gibi ağırlıklı olarak okul ve aile olmaktan çıkıyor; medya ve sosyal medya ağırlık kazanıyor. Tam da bu noktada çağın ihtiyacı olan öğretmen tipini iyi belirlemek ve yetiştirmek zorundayız. Öğretmenlik mesleğini cazip kılmalıyız. Eğitim Fakülteleri ile Fen-Edebiyat ve İlahiyat gibi fakültelerin bu siyasetteki yer ve konumlarını, rol paylaşımlarını ülke gerçekleri ışığında tespit etmek gereklidir. Öğretmen olmak için adayların kişilik özelliklerinden öğrenim hayatlarındaki kazanımlarına uzanan çok sağlam yeterlilikler ve ölçütler getirilmelidir.

Eğitim ve bilim hayatımızın en önemli kurumlarından üniversitelerin durumu apayrı bir konudur. Ortaöğretimle bağlantılı olarak en ciddi meselelerimizden biri, yükseköğretime giriş sistemimizdir. Türkiye, olabildiğince nesnel bir ölçüt olarak ÖSYM sistemini yıllardır uyguluyor. Zaman içerisinde değişikler olmakla birlikte sistemde en çok eleştirilen yönlerden biri, giriş sınavında test uygulamasıdır. Aday sayısı dikkate alındığında buna alternatif sistemleri uygulamanın zorluğu açıktır. Ancak kabul etmeliyiz ki test çözmeye odaklı dershane ve okul uygulaması, çözümleyici ve eleştirel düşünmeyi geliştirmek açısından sakıncalıdır. Türk öğrencilerin PİSA sonuçları bunun göstergelerinden biridir. Türkçe ve matematik alanlarındaki başarısızlık çarpıcıdır. Türkiye, ortalama puanı anlamlı bir şekilde OECD ülkeleri ortalamasının altında olan ülkeler arasında, Moldova, Bulgaristan, Uruguay vb. ülkelerden aşağıdadır. Türkiye’de yeterli altyapıya sahip olmayan üniversiteler açılmış ve hâlen de eğitim ve öğretime devam etmektedir. YÖK bir takım ölçütler getirse de az sayıda öğretim elemanı ile lisans programları açılabiliyor ve bunlarda ikili öğretim uygulanabiliyor. Üniversitelerin belirli ortamlarda gelişebileceği açıktır. Üniversite ortamının olmadığı yerlerde yükseköğretim kurumu açmak, enerji ve para kaybından başka bir şey değildir. Siyasetçilerin popülist yaklaşımlarda bulunması olağandır ama akademik kurumların bu konuda ciddiyetten ve bilimsel yaklaşımdan ayrılmaması lazım. Değişen dünyanın ihtiyaçlarına ve gereklerine uygun yeni mesleklerin özendirilmesi, mezuniyetten sonra iş imkânları neredeyse hiç olmayan bölümlerle ilgili yeni projeler geliştirilmesi, bu gibi alanlarda üniversiteye girişten sonraki ilk iki yılda daha genel programlar uygulandıktan sonra öğrencilere sonrası için tercih imkânlarının sunulması, bazı alanların sadece lisansüstü öğrenime yönlendirilmesi vb. tedbirler tartışılmalı ve uygun çözümler bulunmalıdır.

Özetle, eğitim ve öğretimde, bilimde ve teknolojide eleştirel düşünceyi, sorgulamayı, yeniliği özendirmeli, fikri, irfanı ve vicdanı hür nesiller yetiştirmeliyiz. Aksi hâlde gelecek nesilleri de kaybederiz. Hatadan ders almamak ahmaklıktan da öte ihanettir. Hepimiz bu özeleştiriyi yapmak ve bu ülkenin, bu aziz Türk milletinin ve aslında bütün insanlığın ümidi olacak yeni bir medeniyet perspektifi sunmalı ve yüksek medeniyet inşa etmek için çalışmalıyız.