TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

KIBRIS’TA GERÇEKLERİ GÖRMEK
Nejat ÇOĞAL

Geçtiğimiz günlerde, bir grup Kıbrıslı Türk’ün, Türkiye’nin Lefkoşa Büyükelçiliği önünde tertipledikleri gösteride, ‘KKTC’deki polis alımlarına müdahale ettiği gerekçesiyle’ Türkiye’yi ‘Kuzey Kıbrıs’ı işgal etmekle’ itham etmeleri, Rumları ziyadesiyle memnun etmiş olmalıdır. Zira hangi nedenle olursa olsun bu olay, Kıbrıslı Türklerin yegâne destekçisi ve garantörü olan Türkiye’ye karşı Rumların ve Yunanlıların yürüttükleri haksız ve maksatlı propagandalara, bir kısım Kıbrıslı Türk’ün alet olduğunu gösteren esef verici bir gelişme olarak değerlendirilmelidir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanımayan, “Kıbrıslı Çözüm” aldatmacasıyla Türkiye’yi çözüm sürecinin dışında tutmaya çalışan Yunan ve Rum yaklaşımına destek gibi görünen bu tür hareketlere, Kıbrıs Türk Toplumu tarafından prim verilmediği bilinmekle beraber, bu vesileyle, Türkiye’nin Kıbrıs’taki tarihi rolüne bir göz atmamızda yarar bulunmaktadır.

Hatırlayalım; yakın tarihte, Rum mezalimi altında büyük acılar çeken, birlikte barış içinde yaşama arzularını müteaddit defalar ortaya koymalarına rağmen, komşuları Rumlardan olumlu karşılık bulamayan ve üstelik uluslar arası toplumdan tecrit edilerek yaşam alanları daraltılan Kıbrıslı Türklerin yalnızlığı ve uğradıkları haksız muameleler, Kıbrıslı Türklerin kolektif hafızasına, adeta kazınmıştır. Ada’yı tümüyle Helenleştirmek için, Müslümanlığa imanla, Türk diline, gelenek ve göreneklerine ise inatla bağlı olan Kıbrıs Türk Toplumunu ortadan kaldırmak gerektiğine inanan enosis hayalperestlerinin acımasız terör saldırıları karşısında milli bilinci gelişen Kıbrıs Türkleri, Türkiye’nin de soydaşlarına sahip çıkmasıyla birlikte kültürel, sosyal ve siyasal kimliğini Muhafaza etmek anlamında ciddi bir direnek noktası yakalamışlardır. Kıbrıslı Türkler, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ile nihayet, 82 yıl süren İngiliz sömürge yönetiminden kurtulmuşlar ve Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi altında, Rumlarla ortak bir devlet çatısı altında, egemenliklerini kullanmaya başlamışlardı.

Fakat çok geçmeden Kıbrıslı Türkler ortak devlet mekanizmasından kovulmakla kalmamışlar, uğradıkları katliamlar ve sürgünlerle, yüzyıllar boyunca birlikte yaşadıkları Rumlar tarafından adeta sırtlarından bıçaklanmışlardır. Yunanistan tarafından desteklenen Rum Milli Muhafız Ordusu ve EOKA-B terör örgütünün öncülüğünde gerşekleştirilen1963–1964 katliamları, 1967 buhranı ve 1974 Rum terör saldırıları karşısında savunmasız Kıbrıslı Türkler, çocuk, kadın demeden acımasızca öldürülmüş, evlerinden ve köylerinden sürülmüş ve bir toplumun hafızasına, asla unutulmayacak kötü izler bırakmışlardır. Rumların komşuları olan Türklere yaşattıkları bu acı olaylar, Kıbrıs’ta iki toplumun artık birlikte bir arada yaşama şansını tamamen ortadan kaldırmış ve 1974 yılına gelindiğinde bu gerçeğe dayalı olarak, Kıbrıslı Türkler de kendi siyasal örgütlenmelerini önemli ölçüde tamamlamışlardı.

Yunan Cuntası’nın Kıbrıs’ta enosis’i gerçekleştirme ve kuşatma altına aldıkları Kıbrıslı Türkleri yok etme aşamasına geldikleri bir sırada, Türkiye’nin, Garanti Anlaşmasından kaynaklanan yetkisini kullanarak düzenlediği Kıbrıs Barış Harekâtı, Kıbrıs Türk Toplumunu, adeta uçurumun kenarından çekip kurtarmıştır. Kıbrıs Türk Toplumunu korumak ve Ada’da anayasal düzeni yeniden sağlamak amacıyla gerçekleştirilen Barış Harekâtı, aynı zamanda darbeci Sampson hükümetini ve onun destekçisi Yunan Cuntası’nı devirmiş, böylece Yunanistan halkına da demokrasiyi hediye etmiştir. Zaten Rumların zorlamalarıyla birbirinden Kuzey ve Güney olarak fiilen ayrılmış bulunan her iki toplum, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ardından doğal olarak sınırlarını da belirginleştirmişlerdir. Kıbrıslı Türkler, zaten yoğun olarak yaşadıkları kuzey bölgelerinde, Türkiye’nin de garantörlüğü ve desteğiyle huzurlu ve güvenli bir ortamda yaşamaya başlamışlardır. Adanın fiilen ikiye bölünmesinin asıl nedeninin, esasen 1974 Barış Harekâtı değil, Rumların Türklere karşı uyguladıkları katliamlar ve sürgün politikaları olduğunu da burada belirtmemizde yarar bulunmaktadır.

İşte Kıbrıslı Türklerin kendi egemenlikleri altındaki topraklarda onurlu bir şekilde yaşamalarını sağlayan bağımsız KKTC’nin, Yunanlılar ve Kıbrıslı Rumlar tarafından bir türlü kabul görmemesi esasen, kendi ektiklerini biçiyor olmalarından kaynaklanmaktadır. Ayrıca, toplumlararası görüşmelerin başladığı 1968 yılından bu yana gerek BM ve gerekse diğer uluslar arası aktörlerin ve doğrudan Kıbrıslı Türklerin ortaya koyduğu çözüm önerilerini reddeden taraf daima Rumlar olmuştur. Yakın geçmişte Gali Planı ve son olarak da Annan Planı’nı reddeden Rumlar, Türklerle birlikte bir arada yaşamak istemediklerini açıkça ortaya koymuşlardır. Dolayısıyla Rumlar, esasen, bu uzlaşmaz tavırlarının sebep olduğu bölünmeye tahammül edememektedirler ve bunun pişmanlığını duymaktadırlar.

Gerçek şu ki, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan itibaren Ada’da kalıcı bir barış ve huzur ortamı sağlanmıştır ve her ne kadar Rumlar görmek istemese de Kıbrıslı Türkler, kendi topraklarında, bağımsız bir devletin çatısı altında, dünya siyasi arenasında varlıklarını sürdürmeye devam etmektedirler. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, 1963 yılında ortak devlet vasfını kaybetmiş ve Kuruluş Anlaşmalarına göre hukuken meşruluğunu yitirmiştir. Halen, Güney Kıbrıslı Rumların kontrolündeki ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin’ Kıbrıs Türk Toplumu üzerinde hiçbir egemenlik hak ve yetkisi yoktur ve sadece Güney Kıbrıslı Rumları temsil etmektedir.

Geldiğimiz noktada, Kıbrıslı Liderler 3 Eylül’de başlayan doğrudan görüşmeler kapsamında “yönetim ve güç paylaşımı” konusunun müzakerelerini bitirmiş ve “mülkiyet” konusunu görüşmeye devam etmektedirler. Türkiye-AB katılım müzakerelerinin önündeki en büyük engel olarak ortaya konulan Kıbrıs meselesinin 2009 yılında bir çözüme kavuşturulması hedeflenmekle birlikte Rumlar geleneksel uzlaşmaz tavırlarını sürdürmektedirler. Acaba, tarih tekerrür mü edecektir? Yoksa Kıbrıslı Rumlar bu defa uzanan eli tutup Kıbrıslı Türklerle bir uzlaşmayı kabul edecekler midir? Bunu, bekleyip hep birlikte göreceğiz. Umuyoruz ki, 21 Mart Süreci başarıyla sonuçlanır ve Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlüğünde, iki kesimli, iki toplumlu, siyasi eşitliğe sahip iki kurucu devletin oluşturacağı yeni bir ortaklık devleti çatısı altında bir çözüme ulaşılır. Ada’daki gerçeklere dayalı böylesi bir çözüm, Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerinin önünü açabileceği gibi Kıbrıslı her iki toplumun meşru ve temel hak ve çıkarlarına da hizmet edebilecektir. Aksi halde, Kıbrıs’ta çözümsüzlük derinleşecek ve esasen çözümsüzlük çözüm haline gelebilecektir.

Netice itibariyle, Rumların, savunmasız Kıbrıslı Türkleri evlerine ve köylerine aylarca hapsedip, onlara katliam uyguladıklarında ve nihayet evlerinden, topraklarından göçe zorlandıklarında, soydaşlarının imdadına Türkiye yetişmiştir. Yine unutulmamalıdır ki, Türk Milleti, Kıbrıslı Türklerin barış ve huzur içinde yaşamalarını sağlamak ve Rumların tecrit politikalarına karşı, onların dünyaya açılan kapıları olmak için büyük özverilerde bulunmuş, uluslar arası baskılara direnmiş, nihayet geldiğimiz noktada, AB üyelik sürecini riske atmak uğruna, Kıbrıs Milli Davasından taviz vermemiştir. Türkiye’nin Ada’daki etkin ve fiili garantörlüğünün devam etmesi, bilhassa Kıbrıs Türk Toplumu’nun menfaatleri gereğidir. Hâl böyle iken, bir kısım Kıbrıslı Türk’ün, özellikle çözüm müzakerelerinin devam ettiği bir sırada, Rumların bayraktarlığını yaparcasına Türkiye’yi ‘işgalcilikle’ itham etmesi, tarihi gerçeklerle bağdaşmayan, nafile bir iddia olmaktan öteye gidemeyecektir.