TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

14 Mayıs 1950’den 27 Mayıs 1960’a İbretle İncelenmesi Gereken Bir İktidar Hikâyesi

Mayıs ayı demokrasi tarihimizde, tarihin seyrini değiştiren önemli olayların yaşandığı bir aydır. Çok partili döneme geçildikten sonra hukuk kurallarına uygun şekilde yapılan ilk genel seçimlerde, 14 Mayıs 1950’de iktidar halkın oylarıyla değişmiş, Demokrat Parti iktidara gelmişti. İronik bir rastlantı olarak, aradan on yıl geçtikten sonra gene bir Mayıs ayında, 27 Mayıs 1960’da iktidar askeri darbeyle devrildi. Aradan çok geçmeden bu darbenin artçı sarsıntıları halinde, 22 Şubat 1962’de  ve 21 Mayıs 1963’de ortaya çıkan yeni girişimler hükümet tarafından bastırıldı.

 

14 Mayıs 1950’de iktidarın seçim yoluyla değişmesi Türk ve İslâm dünyasında demokrasiye geçiş anlamında bir “ilk”tir; tarihi bir dönüm noktasıdır. Aslında milletimiz sandığa ve seçime yabancı değildi. 1908’de Meşrutiyetin ikinci defa ilanını takiben 1913 yılına kadar yapılan seçimlerde, hukuka aykırı bazı aksaklıklar ve zorlamalar olsa bile Meclis-i Mebusan halkın oylarıyla oluşmuştu. Cumhuriyet döneminde de iki buçuk aylık Serbest Fırka denemesi sırasında yapılan belediye seçimlerinde, yoğun baskılara rağmen Samsun gibi bir iki yerde sandıktan iktidarın istemediği sonuçların çıkması, halkın Cumhuriyet Halk Partisi iktidarına duyduğu tepkiyi ortaya koyması açısından önemlidir.

 

İkinci Cihan Savaşının bitmesi, dünyada demokrasi rüzgârlarının esmesiyle birlikte Cumhurbaşkanı İnönü çok partili döneme geçme kararını verdi. Böylece önce Milli Kalkınma Partisi, hemen ardından Demokrat Parti kuruldu; tek partili Cumhuriyetten çok partili döneme geçilmiş oldu. Fakat 1946 genel seçimlerinde uygulanan “açık oy-gizli tasnif” tarzı seçim sonuçlarını doğal olarak tartışmalı hale getirdi. CHP Mecliste çoğunluğu sağlayarak iktidarda kalsa bile, dört yıl süresince bu şaibenin ezikliğinden kurtulamadı. 1950 seçimlerine gidilirken İnönü bu yükü daha fazla taşımamakta kararlıydı. Dürüst bir seçimin vazgeçilmez esaslarından olan  “gizli oy-açık tasnif” tarzına geçme girişimi muhalefetteki Demokrat Parti tarafından hararetle desteklendi. İnönü seçimleri kazanacağından emin olduğundan seçmen iradesinin adil olarak yansıtılmasını engelleyen çoğunluk sistemini tercih etti. Buna göre her seçim bölgesinde oy çoğunluğunu sağlayan parti liste halinde tüm milletvekilliklerini kazanmış oluyordu.  DP iktidara geldikten sonra, işine geldiği için bu sistemi uygulamaya devam etti. Sonuçta DP ile CHP arasında oy farkı çok fazla olmasa bile, sonuçlar milletvekili sayısına adil yansımadığından on yıl süresince dengeli bir Meclis tablosu ortaya çıkmamış oldu.

 

Seçim sistemindeki bu hataya rağmen, 14 Mayıs 1950 demokrasi tarihimizde iktidarın halkın oylarıyla oluşmasının önünü açan önemli bir aşamadır. Türk halkı her seçimde iradesini büyük bir olgunlukla kullanarak görevini yaptı. Ancak aydınlar arasında eşit oy ilkesine tepki duyan geniş bir kesim vardı. Kendilerinin, birçoğu okuma yazma bile bilmeyen sıradan insanlarla, cahillerle aynı kefeye konulmuş olarak görüyor, sonuçları içlerine sindiremiyorlardı. Bu rahatsızlık en fazla bürokratlar ve üniversite hocaları arasında yaygındı. Onlara göre 14 Mayıs seçimlerinde DP’nin iktidara gelmesi bir “karşı devrim”dir; Atatürk’e ve devrimlerine karşı olanlara yani gericilere fırsat verilmiştir.

 

Tek parti döneminde sıfatları ve makamları üzerinden devletin gücünü, merkezin otoritesini temsil eden, kamu kaynaklarından yararlanan, sosyal yaşantılarıyla halk kesimlerinden kopmuş olmayı doğal gören bu kesimlerin değişimi kabullenmeleri kolay değildi. DP’nin “yeter, söz milletindir” sloganıyla işaret ettiği gibi, taşranın, çevrenin politik yoldan açılan kapılardan merkeze yönelmesinin etkileri, sadece siyaset dünyasıyla sınırlı kalmıyor, sosyal ve kültürel alanlarda, ekonomik yapıda köklü yapısal değişmelerin, düşünce ve zihniyet farklılıklarının da önü açılıyordu.

 

DP’nin ilk icraatlarından biri ezanın Arapça okunmasına imkân sağlayan yasal düzenlemeyi yapmak oldu. Halkın büyük çoğunluğu, inançlı kesimler Türkçe ezanı benimsememişti, bundan rahatsızdı. Bu yüzden Mecliste muhalefetin de desteğiyle yapılan düzenleme, ülke çapında büyük heyecan ve sevinç uyandırdı. Fakat sivil ve asker aydınlar arasında karardan memnun olmayan, bunu irticaya taviz olarak görenler de vardı. Nitekim 27 Mayıs darbesinden sonra komite içerisinden bazı subaylar yaptıkları açıklamalarda ve yazdıkları hatıralarında darbe girişimlerinin bu karar üzerine başlatıldığını ifade etmişlerdir.

 

DP’nin izlediği liberal ekonomik politikalar, ilk yıldan itibaren başlattığı alt yapı yatırımları Türkiye’nin ticari, ekonomik ve sosyal hayatında kısa zamanda etkisini gösterdi. Geleneksel yapının kabuğu kırılıyor, ticaret canlanıyor, şehirleşme yoğunlaşıyor, insanlar kapalı dünyalarından çıkıp dışa açılmaya başlıyorlardı. DP bu canlılığın etkisiyle 1954 seçimlerinde daha büyük başarı kazanarak iktidarını sürdürdü. Bu arada başbakan olduğu sırada partisinin kurucuları arasında “eşitler arasında birinci” konumunda olan Menderes’in yıldızı her geçen gün parlıyor, taraftarlarının gönlünde taht kuruyor, giderek karizmatik bir kişilik haline geliyordu.

 

Türkiye büyük bir şantiye haline gelmişti; karayollarına büyük önem veriliyordu. Köprüler, limanlar, elektrik santralleri, barajlar inşa ediliyor, tarıma çok sayıda traktörün girmesinin yanı sıra havaların etkili gitmesi sonucu üretim büyük oranda artıyordu.

 

Ancak bu büyük alt yapı yatırımlarının hazine imkânlarının üzerine çıkması nedeniyle, 1955’den itibaren ekonomide sıkıntılar yaşanmaya başladı. İklim şartlarının tersine dönmesi sonucu hububat sıkıntısı ortaya çıktı. Ülke döviz dar boğazına girdi. İktidar bu krizi aşmak için ABD’den 285 milyon dolar borç almak için girişim yaptıysa da “hayır” cevabını aldı. Bunun sonucu olarak 1958’de yüksek oranda devalüasyon yapmaya mecbur kaldı. Türk parasının değerinin yüzde yüzden fazla düşürülmesine yol açan bu kararla fiyatlar bir anda yükselse de, ekonomimizde 1959’a doğru istikrar sağlanmaya başladı.

 

İktidar, bir taraftan daha dengeli bir ekonomik politika izlemeye çalışırken, diğer yandan Washington’dan temin edemediği krediyi Moskova’dan sağlama niyetiyle temaslara başladı. Başbakan Menderes bu hususta görüşmeler yapmak üzere 1960’ın yaz sonunda Moskova’yı ziyaret etmeyi plânlıyordu. 27 Mayıs darbesinin olmasında bu niyetinin etkisi olmuş mudur, Washington’un darbeye karşı sessiz ve tepkisiz kalışında bu ziyaret projesinin etkisi var mıdır? Bu gibi soruları doğru olarak cevaplandırabilecek bilgi ve belgelere şu ana kadar sahip değiliz.

 

DP’nin 1957’de üçüncü defa seçimleri kazanması kolay olmadı. Çünkü bir yandan yaşanan ekonomik sıkıntılar, diğer yandan bir grup milletvekilinin başlattığı iç muhalefet, bunların ayrılıp Hürriyet Partisi’ni kurmaları oy kaybına neden olmuştu. Aslında kayıp oranının iktidar değişikliğine yol açacak kadar büyük olmadığı seçim sonuçlarıyla ortaya çıkmıştı. Çünkü halkın çoğunluğu her şeye rağmen DP’yi tutuyordu. Buna mukabil hem iktidarın, hem de kamuoyunun farkına varmadığı esas muhalefet sivil ve asker bürokratlar arasında yaşanıyor, Silahlı Kuvvetler içerisinde hükümeti devirmek amacıyla başlatılan girişimler içten içe giderek gelişiyordu.

 

1958 yılında darbe yapmak amacıyla bir araya gelen gruplardan biriyle ilişki kuran bir binbaşı, hükümeti bu oluşumdan haberdar etmek ister. Fakat ihbarı soruşturmakla görevli kişilerin beceriksizliği nedeniyle suçüstü yapılamaz. Olayla ilgili olarak dokuz subay tutuklanıp, askeri mahkemede yargılanırlar. Ancak mahkeme başkanı Cemal Kural ve heyet üyeleri olayı aydınlatmak yerine kapatmayı tercih ederler. Darbeyi ihbar edeni suçlu sayıp mahkûm ederken diğer sanıkların beraatine karar verirler.

 

DP on yıllık iktidarı süresince sandıkta sağladığı siyasal üstünlüğü kurumsal alanlara yaymayı, sivil ve asker bürokratların, aydınların muhalefetini dengelemeyi başaramadı. Menderes’in başında olduğu hükümet son dört yılında basında, üniversitelerde giderek yükselen bir muhalefetle karşı karşıya kaldı. CHP’nin ve İnönü’nün daha uzun süre muhalefette kalmaya tahammülleri yoktu. İsmet Paşa subayların çoğunluğu tarafından çok seviliyor, tekrar başa geçmesi isteniyordu. CHP’nin silahlı kuvvetler içerisinde güçlü bağlantıları ve haber kaynakları vardı. İsmet İnönü’nün subaylar arasındaki huzursuzluklardan, tepkilerden, hatta darbe hazırlıklarından haberi oluyordu. Bu yüzden 27 Mayıs’tan iki ay kadar önce Tahkikat Komisyonu konusu Mecliste görüşülürken “şartlar tamam olursa ihtilal meşru hale gelir; sizi ben bile kurtaramam” şeklindeki sözleri tarihi bir uyarıdır.

 

Başbakan Menderes yumuşak kalpli bir insandı; tabiatı İnönü gibi ittihatçı gelenekten gelen çetin bir rakiple mücadele edecek derecede dirençli, kararlı ve sert değildi. Bu nedenle 1959’un yaz başlarında İsmet İnönü iktidara geçmenin ilk adımı olarak “bahar taarruzu” adıyla seferber olurken telaşa kapıldı. Oysa halkın çoğunluğu hâlâ arkasındaydı.

 

DP, CHP’nin sert muhalefeti karşısında şaşırdı. Aynı tarzda karşılık vererek, iktidarda kalmanın yollarını aramaya çalıştı. Muhalefetin yöntem olarak ortamı gerginleştirmek istediğini algılayamadı. İnönü’nün Uşak’tan başlayarak her gittiği yerde yaptığı toplantılar devlet gücü kullanılarak engellenmeye kalkışıldı. Bu yanlış Meclis’te Tahkikat Komisyonu kurmak suretiyle zirveye çıktı. Basın üzerinde baskı kurulmaya çalışıldı. Aralarında İnönü’nün damadı ve Akis dergisinin sahibi Metin Toker’in de bulunduğu çok sayıda gazeteci yazılarından ötürü tutuklanıp cezaevine konuldu. Yürürlükteki 24 Anayasasında kuvvetler birliğine dayalı bir sistem benimsenmiş olduğundan, yargı bağımsız değildi. Hâkimler ve savcılar doğrudan Adalet Bakanlığı’nın kontrolü altındaydılar.

 

On yıl iktidarda kalan Demokrat Parti’nin dramı, aslında kuvvetler ayrılığının, yargının bağımsızlığının ve tarafsızlığının, hükümetin icraatını denetleyen kurumsal yapıların ne kadar önemli olduğunu yansıtması açısından tarihi bir örnektir. Bunların eksikliğinin toplumsal kamplaşmalara, çatışmalara yol açtığını ortaya koyan, sonuçta yaşanılması kaçınılmaz karmaşadan en fazla iş başındaki iktidarın zarar gördüğünü gösteren ibret verici bir hikâyedir.

 

27 Mayıs’a doğru Türkiye’de siyasi kutuplaşma doruğa ulaşmıştı; tansiyon çok yüksekti. Toplum DP ve CHP taraftarları olarak ikiye bölünmüştü. Başbakan Adnan Menderes karizmatik bir politikacıydı. Devrildiği sırada bile, itibarı halk arasında kendi partisinden en az 10 puan daha yüksekti. Buna karşılık iktidar karşıtları, yani CHP’liler ondan ve iktidardan nefret edecek derecede öfkeliydiler. Bu öfkenin ne derece şiddetli olduğu 27 Mayıs sabahından itibaren görülmeye başlandı. Darbenin ilk saatlerinden itibaren gözaltına alınan hükümet üyelerine, milletvekillerine, Demokrat Parti yöneticilerine uygulanan şiddet ve hukuksuzluk Yassıada’da da sürdürüldü. Sanıklara hem mahkeme salonunda hem de tutuldukları koğuşlarda insanlıkla bağdaşmayan sadistçe muameleler yapıldı.

 

Davaya bakacak heyet oluşturulurken kendisine bu mahkemenin başkanlığı teklif edilen dönemin Yargıtay Başkanı Recai Seçkin, zulüm ve haksızlığa alet olmak istemediğinden görev almamıştı. Ama bu tarz bir görevi memnuniyetle üstlenen Salim Başol gibi hâkimler, Altay Ömer Egesel gibi savcılar da vardı. Onlar hukuki bir yargılamayı yapmayı değil, peşinen verilen bir kararı uygulamaya çalışan infaz memurları gibi hareket ettiler. İdama mahkûm etmekte kararlı oldukları sanıkların savunma yapmalarına bile tahammül edemediler. Haklarını aramaya çalışan sanıklara “sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” diyecek derecede pervasızdılar. Tıpkı darbeyi yapanlar ve destekleyenler gibi, darbe ortamının, egemenliklerinin ilânihaye süreceğinden emin görünüyorlardı. Ama düşündükleri gibi olmadı. 1961 sonbaharında seçimler yapılıp sancılı da olsa siyasi ortamın normalleşmeye başlamasından itibaren çark tersine döndü. Başta Başol ve Egesel olmak üzere yargıyı duygularının tatmin aracı olarak kullanan, hukuku rafa kaldırarak bir başbakan ve iki bakanı asıp katleden bu insanlar, bir süre sonra toplum içine çıkamaz hale geldiler; tepki ve hakaret gördüler. İçlerine kapandılar; hayatlarını derin bir yalnızlık içerisinde, zelil halde tamamlamak zorunda kaldılar.

 

27 Mayıs darbesi, öncesi ve sonrasıyla başta siyasetçiler olmak üzere, toplumsal meselelerle ilgilenen herkes için dikkatle incelenmesi, ders çıkarılması gereken bir dönemdir. Zulmün, baskının, hukuksuzluğun sürekli olmayacağını, ne kadar güçlü görünürse görünsün her iktidarın yükselişi gibi zevalinin de mukadder olduğunu anlamak için tarihimizin 14 Mayıs’tan başlayıp 27 Mayıs ve sonrasına kadar uzanan bu sayfalarının bilinmesi gerekir.