TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

Dersim Konusu Siyasete Malzeme Yapıldıkça Fitneye Kapı Açılmış Oluyor

          Geçmişte yaşanan tarihi anlam kazanan toplumsal olayların günlük siyasete malzeme olarak kullanılması son derece yanlıştır; hatta tehlikelidir. Çünkü bunlara siyasi perspektiften bakıldığı ölçüde gerçeklerden uzaklaşılır; siyasi amaç uğruna kurgulanan politik, ideolojik dar bir alana sıkışıp kalınmış olur.

 

          Son aylarda iktidarın Dersim konusunda başlattığı tartışmaların kısa zamanda bu yöne kaymış olması doğaldır. Çünkü yapılmak istenen, gerçeklere sadık kalınarak geçmişi anlatmak değil, konuyu kendine göre yorumlayıp hükme bağlayarak önceden belirlenen politik sonuçlara ulaşmaktır. Ancak Dersim konusunda tarihi araçsallaştıran bu tarz bir yaklaşım sadece iktidar partisinin siyasi hesaplarıyla sınırlı kalmıyor, PKK ve işbirliği yaptığı çevreler tarafından Türkiye Devleti’yle hesaplaşma vesilesi olarak kullanılmaya kalkışılıyor. Aslında PKK’nın yani bölücü-ayrıştırıcı Kürtçülük hareketinin bu tutumu yeni değil; toplumsal bir taban edinmek, bir kesimin dil ve köken farklılığını kışkırtarak etnik bilinç oluşturmak, mezhebi ve etnik düşmanlıklar yaratmak suretiyle devlet içinde devletleşmek başından beri örgütün değişmeyen temel stratejisidir. 30 yıldır bölgeyi terörize ederek, silah tehdidiyle bölge halkını korkutup sindirerek, devlet gücünü, kamu otoritesini paralize ederek ve bütün bu faaliyetlerine karşı ciddi ve etkili bir devlet politikası oluşturulmamasından yararlanarak belirli bir mesafe almayı başardılar. Fakat bunun yeterli olmadığını görüyor, yapılan bütün yanlışlara rağmen Türkiye Devleti’yle baş edebilecek durumda olmadıklarını biliyorlar. Bu yüzden bir taraftan çeşitli kanallardan devletle görüşmeler yaparak, anlaşmaya hazır oldukları imajı yaratarak operasyon yapılmasını, üzerine gelinmesini engellerken diğer yandan bölgede harıl harıl özyönetim adına paralel bir devlet oluşturmaya çalışıyorlar. PKK içeride ve dışarıda yürüttüğü PR çalışmalarıyla üzerindeki terörist damgasından kurtulmak, meşru bir hareket olduğuna inandırmak için yoğun çaba gösteriyor.

 

          Ne kadar etkili ve güçlü bir propaganda çalışması yapılırsa yapılsın bir topluluğun etnik aidiyet duygusunu millet adı verilen sosyolojik evrimin en üst noktasına gelebilmesi için başka şeyler gerekiyor. Ciddi bir tarihi geçmişi ve birikimi bulunmayan, geçmişte siyasi bir varlık olarak ortada görünmeyen Kürt etnisitesine bu eksikliklerini telafi edecek unsurlar kazandırılmaya çalışılıyor. Fakat olmayanları olur hâle getirmek, yapay bir sosyoloji inşa etmek kolay değil. Millet varlığının temel unsuru olan yüksek kültürünüz yoksa mimariniz, edebiyatınız, musikiniz, sanatınız, estetik varlığınız yoksa yahut çok cılız kalıyorsa sadece terörle, propagandayla alabildiğiniz mesafe bu kadar oluyor.

 

          Etnikçi Kürtçülük hareketi eksiklerini telafi etmek için kahramanlar üretmek, kişileri ve olayları çarptırarak mitoloji oluşturmak istiyor. Dersim konusu ve Seyit Rıza bu çabaların tipik örneklerinden biridir. Sol ve Marksist kesimler, bazı sözde aydınlar, akademisyenler olayları çarpıtarak, fütursuzca yalan söyleyerek bu çabalara destek veriyorlar. Oysa 1935’den beri adı Tunceli olan Dersim’in tarihi, sosyal, ekonomik ve psikolojik yapısı, coğrafi durumu dikkat nazara alınmadan, sadece 1937-1938’de yapılan iki askeri harekât üzerinden yapılacak değerlendirmeler çok eksik kalır. Çünkü buranın şartları 30’lu yıllarda ortaya çıkmadı. Bölgenin Anadolu’nun hiçbir yerine benzemeyen kendine mahsus özelliklerini, coğrafi durumunu, tarihini ve bunların bura insanının sosyal, kültürel ve psikolojik yapısı üzerindeki etkilerini dikkate almadan olayları anlamak ve anlamlandırmak mümkün değildir.

 

          11. yüzyıldan sonra Türkler, art arda gelen dalgalar hâlinde Anadolu’ya geldikleri sırada değişik tarihlerde Dersim’e gelip yerleşen Türkmen aşiretleri, buranın coğrafi konumunun etkisiyle çevreyle bütünleşemediler. Gelenek ve göreneklerine, aşiret düzenlerine sıkı sıkıya bağlı kalarak, heterodoks inanç yapılarını koruyarak içlerine kapandılar. Böylelikle kendilerini kelimenin tam anlamıyla çevrelerinden tecrit ettiler.

 

          Dersim’in toprak yapısı çok büyük kısmıyla tarıma elverişli değildir. Coğrafi durumu nedeniyle yollar ve dolayısıyla ulaşım, son yıllara kadar son derece yetersiz kalmıştır. Hayvancılık ekonominin ana unsuru olmuştur. Bölgedeki madenlerin işletilmeye başlanmasından sonra, 20. yüzyılın başlarından itibaren küçük çapta da olsa oluşan sanayi ile ticaretin tamamına yakını, uzun yıllar Hristiyanların ve özellikle Ermenilerin elinde bulunuyordu. Tarım alanlarının sınırlı olması aşiretler arasında sık sık arazi ve otlak anlaşmazlıklarına yol açıyor, kavgalara neden oluyordu. 1937’lere gelinceye kadar sosyal ve ekonomik hayat tümüyle aşiretlere dayalıydı. Başlarındaki bir veya birkaç reis tartışılmaz bir otoriteye sahipti. Çemişgezek ve Çarsancak kazalarının dışında bölgede yerleşik 60'a yakın aşiretin tamamına yakını Alevi (Kızılbaş) inancını benimsemişti. İnanç önderleri olan dede ve seyitlerin kitle üzerinde etkileri büyüktü. Bazı aşiretlerin reisliği de seyitler tarafından yürütülüyordu. Eğitim seviyesi son derece düşüktü. Tahsilli insan bir yana, okuma yazma bilenlerin sayısı son derece sınırlıydı. Ancak 50’lerin başlarında tehcir yasasının değişmesine paralel olarak içten içe adeta genel bir okuma ve tahsil seferberliği yürütüldü. Günümüzde Tunceli okuma yazma oranının çok yüksek olduğu, gençlerin büyük kısmının yurt içinde ve dışında yüksek öğrenim yaptığı bir bölge hâline gelmiştir.

 

          Osmanlı Devleti, Yavuz Sultan Selim döneminde bölgenin siyasal ve sosyal statüsünün belirlenmesinden sonra, uzun yıllar bölgeyle ilgilenmek gereğini duymadı. Bunun sonucu olacak Dersim feodalitesi yerleşip kökleşti. Ancak 18. yüzyılın ortalarından itibaren Dersim aşiretlerinin çevre halkı üzerindeki baskısının giderek tırmanması neticesinde payitahta iletilen şikâyet ve istekler üzerine, asayişi sağlamak maksadıyla önlemler alınmaya çalışıldı. Mesela 1754’de Çarsancak kazasından Divan-ı Hümayun’a iletilen şikâyetler yörenin en etkili aşiretlerinden Şeyh Hasanlılar’ın eşkıyalık yaptıkları, can ve mal güvenliğinin kalmadığı, mahallinde üzerlerine gönderilen askerlerin de bunlarla baş edemedikleri anlatılıyor; Erzurum ve Diyarbakır eyaletleri valilerinin duruma müdahale ederek asayişin sağlanması, aşiret ileri gelenlerinin idam edilmeleri, diğerlerinin de ıslah edilme ihtimali bulunmamasından dolayı sürgün edilmeleri isteniyor.

 

          Aşiretlerin çevre halkına baskı ve saldırılarına devam etmesi üzerine, payitahttan Maden Emini, Palu Hâkimi, Kemah Voyvodası, Erzincan Ayanı ve Kiğı Beyi’ne emirler gönderilerek saldırıların önlenmesi istenir. Devlet arşivlerinde buna benzer pek çok yazışma vardır. Mesela 1780’de Gümüşhane, Kuruçay, Kemah, Çemişgezek, Eğin ve Tercan kazası ahalisinin Divan-ı Hümayun’a sundukları dilekçede aşiretlerin saldırılarından dolayı can, mal ve namus güvenliklerinin kalmadığı, halkın eşkıyanın şerrinden başka yörelere göç etmeye başladıkları anlatılıyor ve aşiretlerin bu tutumlarını değiştirmeye niyetli olmadıklarından bahisle, buralardan vakit geçirilmeden sürülmeleri isteniyor.

 

          Ancak alınan sert tedbirlere rağmen asayiş sağlanamadığından, bölge halkının korku ve huzursuzluğu sürdüğünden, yazışmalardan anlaşıldığı üzere tedbir alınması yönündeki talepler sık sık tekrarlanmıştır. Alınan bütün tedbirlere rağmen 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar devletin Dersim mıntıkasında denetim ve kontrol kurması mümkün olamamıştır. Tanzimat Fermanı’yla birlikte yeni idarî teşkilatlanmaya geçilirken, bölge Dersim Sancağı adıyla yapılandırılmış, devlet otoritesini sağlamak üzere askerî harekât başlatılmıştır. Bunun amacı bölgede“…Dersim Sancağı denilen mahal Harput ve Erzurum eyaletleri civarında ve Çarsancak ve Çemişgezek ile Kiğı kazalarının vuslatında vâkî olarak ekser kura ve mezraları zikrolunan kazalarla” hudutlu olduğu belirtiliyor,“…Üç-dört yüz seneden beru içlerine hükümet girmemiş ve kendilerü dahî dağ ve ormanlarda gezerek”yaşamakta olan aşiret mensuplarını asayişi bozacak davranışlarından vazgeçirmeye çalışmak, silahlarını teslim etmeyi sağlamaktır. Bir yıl kadar süren harekât oldukça başarılı sonuçlanmış, bazı aşiretler askere direnmeye çalışsalar da tutunamayıp dağılmışlar, bunların bir miktar silahına el konulmuştur.Payitahta gönderilen arzlarda bilhassa iki noktaya dikkat çekilmiştir: 1- Bu aşiret mensuplarının çift ve çubuğa alıştırılmaları suretiyle ıslaha çalışılmaları, 2- Silah teslim etmeyen bazı aşiret mensuplarının dağ ve ormanlara savuşarak saklanmaları, bunların her an yeni saldırılar yapma ihtimali dikkate alınarak bölgede yeterli sayıda asker bulundurulması.

 

          Devletin çok zor şartlar içerisinde bunaldığı bu dönemde Dersim meselesinde çaresiz kalan merkezi yönetim, bölgedeki bazı kaymakamlıkları aşiret reislerine vermek suretiyle onlar üzerinden kontrolü sağlamaya çalıştı. Bu durum aşiretlerin tahakkümcü yapısını güçlendirmiş, eşkıyalık olayları giderek tırmanmıştır. Eşkıyalık yapan aşiret reislerinden bazılarının yakalanıp sürgüne gönderilmeleri nispi bir sükûnet sağlasa da bölge halkı üzerindeki baskı ortadan kalkmamıştır. Özellikle Cebel-i Dersim denilen bölgede aşiretlerin tutumu değişmemiştir. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı başlarken, devletin otoritesini kabul etmeyen Mansur Ağa isimli bir aşiret reisi daha önce sürgüne gönderilen aşiret reisleri için af çıkarılmasını, yerlerine dönmelerinin sağlanmasını, isteklerinin kabul edilmemesi durumunda Rus ordusuyla birlikte hareket edeceklerini söyleyerek şantaj yapmıştır. Fakat zor durumda olan Osmanlı Devleti’nin bu istekleri kabul etmesine rağmen sözlerinde durmamışlar, hem eşkıyalığı sürdürmüşler hem de Çarlık ordusuyla işbirliği yapmışlardır. 1877’de Koçuşağı Reisi Ahmet Ağa, Eğin ve Çemişgezek bölgelerine saldırmış, bazı aşiretlerin birleşerek ortak hareket etmesi karşısında bunlarla muharebeye başlayan Eğin Kaymakamı Osman Bey, saldırganları üç gün süren çarpışmadan sonra püskürtmeyi başarmıştır. Aynı tarihlerde bir başka saldırıyı Kırgam Aşireti yapmış, Hozat’ı basarak yağmalamıştır. Osmanlı Devleti bir taraftan Rus ordularıyla cephede savaşırken diğer yandan bu eşkıyayla uğraşmak zorunda kalmıştır.

 

          Dersim Sancağı mutasarrıfı Arifî Paşa’nın Dâhiliye Nezareti’ne sunduğu raporda şu ifadeler dikkat çekicidir:“Dersimlilerin saldırganlıkları hayat kaygısından kaynaklanmaktadır. Dersim halkı seyit ve ağaların elinde esirdir. Dersim’de ıslahat yapabilmek için burada mevcut askerî kuvvetin takviye edilmesi gerekir. Ancak bu yapılırken aşiretlerin elinde bulunan her türlü silahı toplamak icap eder. Askere gitmeyenleri ve ayrıca şekavete teşvik eden ağa ve seyitleri Dersim’e ayak basmamak üzere bu bölgeden çıkarmak lazımdır. Katilleri ve suçluları derhâl yakalayarak adliyeye teslim etmek gerekir. Bu tür icraat Dersim’de asayişi temin edecektir. Zira Dersimlileri öğüt ve bağış yoluyla veya ettikleri yeminlere aldanarak ıslah etmek mümkün değildir.

 

 

          Buna benzer bütün yazışmalar ve belgeler Dersim’de sürüp gelen eşkıyalığın, saldırı ve soygun olaylarının, asayiş sorununun halledilmesi için etkili önlemler alınması hususunda genel bir görüş birliğinin bulunduğunu, bölgede görev yapan bütün yöneticilerin ortak fikrinin bu yönde olduğunu gösteriyor. Dikkat edilmesi gereken en önemli husus, yapılan tespitlerin problemin temelinde Kürtlük ve Alevilik şeklinde etnik ve mezhebi nitelikte bir algıya dayalı olmamasıdır. Temel sorun tarih içerisinde bölgenin kendine özgü yapısının, reis ve seyitlerin katı ve otoriter hâkimiyetleri altında, feodalitenin, aşiret düzeninin, asayişsizliği buralarda yaşantının bir parçası hâline getirmesidir; aşiretler bir yandan kendi aralarında çatışırken, diğer yandan çevre halkı her an mallarına ve canlarına vaki olacak bir saldırı ihtimali karşısında sürekli korku ve endişe içerisinde yaşamak zorunda bırakmasıdır.

 

 

          Dersim’de sorunlar Meşrutiyet’in ilanından sonra da devam etmiştir. Çıkarılan af kanunuyla bazı reis ve seyitlerin cezai takibattan kurtulmaları herhangi bir pişmanlığa ve davranışlarını değiştirmelerine yol açmamış, alıştıkları şekilde davranmaya devam etmişlerdir. 1909 yılında 4. Ordu Komutanı olan İbrahim Paşa, devlet merkezine gönderdiği bir raporda; Dersim Sancağı’nın 54 aşiret ve 500 köyden meydana geldiğini belirttikten sonra buradaki icraattatedibat ve ıslahatınbir arada yapılması gerektiğini ve özellikle ıslahata önem verilmesini istemiştir (Prof. Dr. İbrahim Yılmazçelik, Dersim Sancağı, Syf.158).

 

          I. Dünya Savaşı sırasında Dersim aşiretleri genellikle bekle-gör politikası izlediler. Ermeniler aşiretleri yanlarına çekebilmek için büyük çaba gösterdiler. Tehcir sırasında bir kısım Ermeni aşiretlere sığındılar, onların kimliğine bürünerek bölgede kalmayı başardılar. Tehcir edilen Ermeni kafileleri yol boyunca aşiretlerin saldırılarına maruz kaldılar. Kafileleri sevk eden askeri birlikler sayıca yetersiz olduklarından, silahlı Dersimlilerin saldırı ve yağmalamaları önlenemedi. Pek çok Ermeni, aşiret mensubu saldırganlar tarafından öldürülüp yanlarındaki para ve mücevherata el konuldu. Ruslar çekilirken önde gelen aşiret reislerinden Seyit Rıza, önce tarafsız kaldı, daha sonra devletin kalıcı olduğu anlaşılınca Ermenilerle mücadeleyi tercih etti. Hükümet Bektaşilerin başı olan Çelebi Cemalettin Efendi vasıtasıyla Dersimlileri Türk ordusuyla birlikte olmak üzere telkinde bulunması amacıyla bölgeye gönderdi, ancak Dersimliler daha çok gelişmeleri izlemekle yetindiler.

 

          Rusların çekilirken bıraktıkları silahların çoğunu ellerine geçiren aşiretler savaşın sonuna doğru silahlı bir güç hâline gelmişlerdi. İstanbul’daki Kürdistan Teali Cemiyeti 1918’de geniş bir ayaklanma hazırlamak için bölgeye elemanlar gönderdi. Sivas’ın bazı kazalarında veteriner olarak çalışan Nuri Dersimi ve Kürt Teali Cemiyeti üyesi Haydar ve Alişer kardeşler bu girişimlerin başında yer alıyorlardı. Kısa bir süre sonra bu fitne çabaları sonuç verdi ve millî mücadele döneminin önemli problemlerinden biri olan“Koçgiri İsyanı”patladı.

 

          Bu olayın en önemli tarafı etnikçi Kürt hareketinin ilk defa olarak siyasî bir taleple ortaya çıkmasıydı. Hozat’ta toplanan isyanın elebaşıları TBMM’ne telgraf çekerek bağımsız Kürdistan hakkını Meclisin tanımaması durumunda bunu silah zoruyla kazanacakları tehdidini ilettiler. Bu sırada Dersim’den dört milletvekili Meclis’te bulunuyordu. Ankara Hükümeti olayı anlaşma yoluyla çözmek maksadıyla isyanın elebaşılarından Haydar Bey’i Ümraniye valisi, kardeşi Alişer’i Refahiye Kaymakamı olarak atadı. Tutuklanmış olan Nuri Dersimi’yi Seyit Rıza’nın tehdidi üzerine bıraktı. Ancak isyan devam etti. Kürtler Ümraniye’yi ele geçirerek pek çok asker ve komutanlarını öldürdüler. TBMM Hükümeti bu durumda yapması gerekeni yerine getirdi, Nureddin Paşa’nın komutasındaki askerî birlikler kısa sürede isyanı bastırarak, düzeni sağladılar. Ancak bu ayaklanmanın bastırılması problemin etnik mecrada daha da genişleyerek devamını engellemek anlamına gelmiyordu. Bir başka ifadeyle Koçgiri kalkışması bir milat olmuştur. Bu zamana kadar Dersim ve çevresinde tamamıyla eşkıyalık ve asayiş sorunu olarak devam edip gelen olaylar, bu başkaldırıyla birlikte Kürt Teali Cemiyeti’nin istediği alana kaymış, etnik ve politik bir talep hâline dönüşmüştür. Etnikçi-ayrılıkçı Kürtçülük hareketinin başlangıç noktası Koçgiri olayıdır.

 

          Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk on yılında 1925’de Şeyh Sait ayaklanmasıyla başlayan irili ufaklı birkaç ayaklanma girişimi oldu. Bunların hemen hepsinin dış bağlantıları vardı. Şeyh Sait ayaklanmasında İngilizlerin rolünün ne olduğu henüz tam olarak aydınlanmamış olsa bile, olayın netice itibarıyla en çok onların işine yaradığı açıktır. Çünkü Türkiye, bu sorunla uğraşırken hayati önem taşıyan Musul meselesinin üzerine gitme imkânı bulamadı. Böylece konu tamı tamamına İngiltere’nin istediği gibi sonuçlandı.

 

          Şurasını önemle belirtmekte yarar var; erken Cumhuriyet dönemindeki ayaklanma girişimlerinin tamamı dar birer alanla sınırlı kaldı. 

 

 

          Türkiye Cumhuriyeti, ülkenin bütünlüğü, devletin varlığı ve geleceği konusunda tavizsiz ve hassas olan her devlet gibi, gereken neyse yaptı. Yürütülen askeri operasyonlarda olayların sadece elebaşılarını yargılayıp cezalandırdı. Bunu yaparken olayların cereyan ettiği bölgenin geneline yönelik cezalandırmayı hiçbir zaman düşünmedi. Çünkü devletin etnik ve mezhebi bir sorunu, bundan kaynaklanan husumeti söz konusu değildi.

 

          Dersim’deki olayın diğerlerinden farkı, ısrarla belirttiğimiz gibi buranın kendine özgü şartlarından kaynaklanan, yüzyıllardır devam edip gelen yapısal sorunlara bağlı özel durumudur. Devletin o dönemde bölgeye gönderilen yöneticilere ve müfettişlere yaptırdığı araştırma ve inceleme raporları günümüzde sanki birer suç belgesiymiş gibi sunulmak isteniyor. Oysa devletin, Osmanlı döneminde bile tesis edilemeyen devlet nizamını egemen kılmak, ülke genelinde mevcut bulunan kamu düzenini Dersim’de de sağlamak, Orta Çağ’dan kalma alışkanlıklarını terk etmemekte kararlı feodal aşiret yapısının yerine çağdaş ve modern bir düzenin oluşumunu sağlamaktan başka bir hedefi yoktu.

 

          Buna karşılık Dersim’in özellikle büyük ve güçlü 5-6 aşiret reisi egemenliklerini ne pahasına olursa olsun sürdürmekte kararlıydılar. Bugün efsanevi bir karakter hâline getirilmek istenen, Kerbela şehitlerine benzetilmeye kalkışılan Seyit Rıza, devletin bu isteklerine direnmekte kararlı olan grubun elebaşılarından biridir. 1937’de Kürpik’te yapılan Abbas Uşağı, Yusufan, Demenan, Hayderan, Ferhat Uşağı, Karaballı, Kureyşan aşiretlerinin toplantısı Seyit Rıza’nın başkanlığında yapılmıştır. Bu toplantıdan hükümete ültimatom verilmesi kararı çıkarken Seyit Rıza ne evlad-ı Kerbela lafı eder ne de tasavvufi, manevi bir kanaat önderi havasındadır. İstekleri özetle devlet içerisinde yüzyıllardır oluşturdukları fiili otonomiyi Ankara’nın kabul etmesini sağlamaktır. Buna göre yol ve köprü yapılmayacak, karakol inşa edilmeyecek, yeni köy ve nahiye merkezleri oluşturulmayacak, silahlar toplanmayacak, vergi pazarlık usulü alınacak. Bu tarz bir ültimatomun kabulü, elbette mümkün değildi. Bunun üzerine söz konusu aşiretler isteklerini zorla kabul ettirmek amacıyla harekete geçtiler. Nevruz tarihine denk getirerek 21 Mart 1937’de bu aşiretlerden bir grup harç deresi üzerindeki köprüyü yıkarak Pah Karakolunu basarak ayaklanmayı başlattı. Ardından 25 Mart’ta Kahmut-Pah telefon hattını kestiler. Malum çevrelerin mağdur ve mazlum mitolojik bir şahsiyet olarak yüceltmeye çalışıp Tunceli merkezinde heykelini diktikleri Seyit Rıza’nın aşireti, Hozat’ın Sim köyündeki karakolu basıp cephaneliği yağmaladı. Seyit Rıza ile Demenan aşireti reisi Cebrail başta olmak üzere aşiret reisleri hükümet güçleriyle sonuna kadar mücadele etmeye karar verdiler. Bu toplantıda Aht-ü peyman anlamında Munzur’da birer avuç su içerek yemin ettiler.

 

          Devlet bu fitneye elbette göz yumamazdı. Eşkıya ile çözüm projesi adıyla müzakere yürütmek gündemde yoktu. Mayıs ayı başından itibaren karadan ve havadan askeri operasyon başlatıldı. Eşkıya reislerinin toplandıkları ev bombalandı. Ovacık, Koçan, Şemkan, Mazgirt, Pülümür ve Nazimiye bölgesi aşiretleri bu isyana katılmadılar. Hozat aşiretleri ise hükümetin yanında yer aldı.

 

          Seyit Rıza devletin kararlı olduğunu görünce operasyonun sürdürülmemesi için General Abdullah Alpdoğan ile temas kurar; Dersim hakkındaki kanunun kaldırılmasını, bölgede kendilerinin söz sahibi olacağı özel bir yönetimin tesisini ister. Doğal olarak bunlar kabul görmez. Bunun üzerine yanında yer alan ve Koçgiri isyanının da elebaşılarından olan Nuri Dersimi’yi Suriye’ye geçerek büyük devletlerin yardımını sağlamak üzere çalışmalar yapması için görevlendirir. Asiler, Türk Silahlı Kuvvetleri karşısında direnemezler; iki aylık operasyon sonunda dağılmaya başlarlar. Seyit Rıza bir taraftan aşiretleri tekrar toplamak için girişimlerde bulunurken diğer taraftan durumun kötüye gittiğini gördüğünden Alpdoğan Paşa’ya mektupla müracaat ederek yurt dışına çıkmak istediğini bildirir. Fakat bu isteğinin kabulü, fitne ateşinin sadece küllenmesi anlamına geleceğinden kabul görmez. Seyit Rıza saklanmaya çalışır, üzerine gönderilen birliklerle çatışmaya girer; büyük oğlu dâhil yanındakilerden birçoğu çatışmada öldüklerinden yalnız kalır. 10 Eylül’de iki adamıyla birlikte teslim olur.

 

          Bir buçuk ay kadar süren yargılama sonunda, mahkeme Seyit Rıza dâhil 11 kişinin idamına, 33 kişinin ağır hapse mahkûmiyetine karar verir. 14 kişi beraat eder. İdamlıklardan dördünün cezası müebbete çevrilir, diğerleri infaz edilir.

 

          Başbakan İnönü 18 Eylül tarihinde Meclis’te yaptığı konuşmada şöyle der: “Cumhuriyetin imar ve ıslah programına muhalefet eden, nüfusları az olmakla beraber altı aşirettir. Bugün bu altı aşiretten müşerrik ve sergelde ne kadar adamlar varsa bunlar reisleriyle beraber faaliyet imkânlarından tamamen mahrum bırakılmışlardır.” Bu sözler hareketin amacını açık şekilde ortaya koymaktadır. Başka bir ifadeyle malum kesimlerin iddia ettikleri gibi devletin bölge halkını imhaya yönelik niyeti kesinlikle söz konusu değildir. Nitekim Genel Kurmay Başkanlığı’nın 14 Ekim’de yayımladığı bir emirle birliklerin 22 Ekim’den itibaren garnizonlarına dönmeleri istenir.

 

          Peki, aradan bir yıl bile geçmeden ikinci bir operasyona neden ihtiyaç duyuldu? Devletin, ordunun daha kapsamlı bir operasyona niyeti olsaydı birliklerin garnizonlara dönme talimatını vermek yerine, operasyonu sürdürmesi gerekmez miydi?

 

          Dersim’i politik ve ideolojik amaçları için malzeme olarak kullanmak, araçsallaştırmak isteyenler konunun bu kısmını bilinçli şekilde görmezlikten geliyorlar. Böylelikle gerçekleri gizleyerek tarihi amaçları doğrultusunda siyasallaştırmaya çalışıyorlar.

 

          Hükûmet isyanın bastırıldığına inandığından sadece askerleri geri çekmekle yetinmedi; bunun hemen ardından bölgenin ekonomik ve sosyal kalkınması amacıyla bütçe imkânlarını zorlayarak iki milyon lira hacminde bir programı uygulamaya koyma kararı aldı. Ancak aşiretler askerin geri çekilmesini yanlış yorumladılar. Çünkü Osmanlı döneminden beri bölgede yapılan benzer operasyonlarda asker kısa bir süre operasyonu sürdürür; hedefteki şakiler, aşiret mensupları askerin ulaşması çok zor olan dağlardaki mağaralara yahut Aliboğazı, Kutu Deresi gibi ücra yerlere kaçıp gizlenirler. Asker sürekli bölgede kalamayacağından bir süre sonra bir denizin dalgası gibi geri çekilir. Böylece isyancı aşiretler tekrar yerlerine dönerek geleneksel düzenlerini sürdürürler.

 

          Bu defa da aynı hikâyenin tekrarlanacağı inancıyla yıl sonuna doğru yeniden hareketlenirler. 1938 yılının Ocak ayı başında Masuluşağı köyünde bir jandarma birliğini tuzağa düşürüp yedi erimizi şehit ederler. Ardından Mercan Karakolunu basarlar, iki er daha şehit edilir. Bu ve benzer gelişmeler karşısında hükümet ikinci bir operasyonun yapılmasına karar verir. Ancak bu defa isyan girişimlerinin tekrarlanmaması, yüzyıllardır kanayan, kronik hâle gelen bu sorunun çözümlenmesi, asayişin sağlanması için daha radikal hareket edilmesine karar verilir. Silahlı Kuvvetlere belli hedeflere ulaşılması konusunda kesin bir talimat iletilir. Talimatta yer alan hususların her biri Dersim’de yüzyıllardır kurulamayan kamu düzenini tesis etmek amacıyla atılması gerekli adımlardır. Başka bir ifadeyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti, varlığını korumak, sorumluluğunu yerine getirmekle yükümlü olan her devletin yapması gerekenleri yapmaya çalışmıştır.

 

          Üç yıl önce bu konu siyasetçiler tarafından tartışmaya açıldığında Türk Yurdu’nun 2011-Aralık sayısındaki yazımızda şunları belirtmiştik: “Geçmişte yaşanan ve artık tarihi nitelik kazanan olayları, günümüzde bir hesaplaşma yahut öç alma niyetiyle ele almanın kimseye yararı olmaz. Çünkü tarihe bu tarz bir yaklaşım ister istemez gerçeklerin bir kısmını görmezlikten gelmeye, haklı çıkma kaygısıyla olayları kurgulayarak okumaya yol açar. Üstelik hesaplaşma çabası hedef seçilen konuyla sınırlı kalmaz. Çorap söküğü gibi birbirini takip ederek geniş bir zaman kesitinin tümüne sirayet eder. Her hesaplaşma girişiminin karşı tepkileri oluşacağından, toplumun huzurunu kaçıracak başka hiçbir konu olmasa bile, gündem en hayati güncel meselelere bile yer kalmayacak şekilde ağzına kadar doldurulmuş olur. Sonuçta düşmanlıklar derinleşip, yaygınlaşır, toplumsal barışın sağlanması hayal olur. İstenen buysa Dersim konusu en uygun vesiledir, herkes hazır konu açılmışken akıl ve mantığı bir yana koyarak yumruklarını sallamaya devam etsin.”

 

          Şu sıralarda tamı tamına bunlar yapılmaya çalışılıyor.