TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

NEREYE?
Nuri GÜRGÜR Türk Yurdu Dergisi (Temmuz 2003)

2004 yılının sonlarında AB ile üyelik görüşmelerine başlamayı öncelikli hedef olarak benimseyen hükûmet, uyum yasalarını art arda Meclisten geçiriyor. Bunların Türkiye'nin siyasal ve toplumsal yapısında köklü değişimler yapması kaçınılmazdır. Zaten istenen de budur.

Hükûmetin yoğun çabaları gerek AB çevrelerinden, gerekse ülkemizde bu konuyu medeniyet projesi sayanlardan büyük destek buluyor. Kısa bir süre öncesine kadar Türkiye'yi aralarına almanın Birliğin sonu olacağını sık sık açıklayan yetkili AB yöneticileri ya susuyorlar, yahut önceki görüşlerine aykırı demeçler veriyorlar. Böylelikle içerden ve dışardan kollarına girilmiş olan Türkiye, giderek hızlanan bir tempoyla, yeni ve farklı bir dünyaya taşınıyor.

Tam bu ortamda, ikiz yasalar diye anılan ve Birleşmiş Milletler tarafından 1966 yılında imzaya açılan Uluslar Arası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Misakı ile Uluslar Arası Sivil ve Siyasî Haklar Misakının TBMM'de onaylanması bu seyre ister istemez önemli bir katkı yapacaktır. Türkiye koşar adım yöneldiği bu sürecin sonunda, birçoklarının mutluluklar âlemi olarak tasavvur ettiği AB'ye katılabilecek mi? Kısa bir zaman aralığına sıkıştırılarak çıkartılan uyum paketleriyle köklü yasal ve yapısal değişimlerin yapılmasına ilâve olarak, Kıbrıs gibi bazılarının önemini tam olarak kavrayamadıkları millî bir davada uyumluluk adına tavizler vermeye niyetlendikten sonra AB, Türkiye'ye daha dürüst ve açık politikalar uygulayacak mı? 2004 yılı sonuna gelindiğinde, şimdi yaptıkları şekilde, çabalarımızdan övgüyle söz ettikten sonra, bunları yeterli görmediklerini öne sürüp önümüze yeni ödevler sunarlarsa ne yapılacak; bu süreç orta vadede özel statü teklifine gelip dayanmayacak mı?

Bu soruları çoğaltmak mümkün; ancak hepsinin sonunda buluşacağı temel problem şudur: Görüşme tarihi belirlense ve hatta başlasa bile, ülke genelinde şimdiden sonra açık bölücülük propagandası yapma imkânına sahip kılınan Kürtçülerin giderek yoğunlaşacak çabaları, TV ve radyolardan yayımlanacak propagandaları, toplumsal gerginlikleri ister istemez tırmandırdığı zaman ilişkilerin kesilmesini kim önleyecek, Türkiye'nin üniter yapısı konusunda yeterli özeni göstermeyen bir yönetim tarzına Türk halkı nereye kadar suskun ve tepkisiz kalacak?

Avrupa Birliği müminleri, Türkiye'de sosyal ve kültürel hak talebine müstahak toplumsal varlık olarak Türk halkını dikkate almadıklarından, bu kesimin herhangi bir tepkisini ihtimal görmedikleri gibi, bunu meşru da saymazlar. Zira onlar için hakların öznesi bu coğrafyada yaşayan nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan Türkler değil, yoğun iç ve dış çabalarla etnik bilinç yaratılmaya çalışılan gruplardır. Türklerin siyasal ve sosyal alanlarda etkinliklerinin azaltılması, Türk kimliğinin ifade ve algılamasının çağdışı sayılıp bastırılması, dil, tarih ve inanç konularındaki hassasiyetlerin zihinlerden silinmesi modernleşmenin, Avrupa'ya uyum sağlamanın gerekleridir. Bu mantığa göre Apo'nun siyasî alana kaydırarak legale çıkardığı PKK-KADEK örgütünün çalışmalarına her türlü yasal imkânı hazırlamak demokratikleşme süreci bağlamında doğrudur ve meşrudur; ancak, Türklerin başta Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmak üzere, siyasal, toplumsal ve kültürel varlıklarını sürdürme çabaları hayat-memat meselesi olarak sundukları AB'ye yönelik sabotajdır. Dolayısıyla Türk milliyetçiliği anlamına gelecek tavır ve davranışlar bu çevrelerce hoşgörüyle karşılanmaz, bunların kamuoyunun dikkatini çekmemesi için bütün tedbirler alınır; basın ve TV'ler bu görüş ve düşüncelere sımsıkı kapatılır.

Bu açıdan bakıldığında, son yasal değişiklikler vesilesiyle aynı tabloların tekrarlanmakta oluşu tesadüf değildir. Uygulamalara geçilmediğinden yeni yasaların sonuçları henüz ortaya çıkmadı. Ancak Türkiye'yi nelerin beklediği açıktır. Ne acıdır ki karşı karşıya bulunduğumuz tehlikeler yakın zamanlara kadar millî hassasiyetleri yüksek bilinen bir kısım aydınımız tarafından bile görmezlikten geliniyor. 80'lere kadar kalemlerini Türk milliyetçiliğine hizmete adayan, MHP organlarında baş yazarlığı bir misyon olarak üstlenenlerin yazılarına "Bölücülüğü Serbest Bırakmak" şeklinde başlık atıp, âdeta zil takıp oynamaya kalkışmaları, sekülerleşmenin ferdî ve ahlâkî etkilerini gösteren ibret verici bir manzaradır. Ne TMY'nin 8. maddesinin kaldırılması, ne de ikiz yasaların bir olup bittiyle yürürlüğe sokulması hayırlı olsun diye geçiştirilecek sıradan olaylar değildir.

Bir kere Birleşmiş Milletler'in sömürgeciliğin tasfiyesi bağlamında, İnsan Hakları Beyannamesine şerh sayılabilecek iki yasayı imzaya açması, her ülke tarafından otomatiğe bağlı bir kabul anlamına gelmiyor. Çünkü bunları imzalayan ülkeler, kendi şartlarını dikkate alarak ve gerekli çekinceleri net şekilde belirtmek kaydıyla işlemleri tamamlıyorlar. 1970 yılında BM Genel Kurulunda kabul edilen 2565 sayılı bildirgede, ikiz yasaların getirdiği, self-determination hakkının, ulus-devletler aleyhinde kullanılmasını önlemek maksadıyla şu hükme yer verilmiştir:

"Hükûmeti halkının tümünü temsil eden ülkelerin toprak bütünlüğü ve siyasî birliğini bozucu hiçbir eylem yapılamaz."

Buna göre bir ülkede temsili demokrasinin bulunması, self-determination hakkının uygulanması anlamına geliyor. Bizde de ikiz yasaların bölücü eylemlere dayanak olamayacağını savunanlar BM'nin bu kararını dayanak olarak gösteriyorlar. Ancak bu arada fevkalâde hayatî bir noktayı nedense dikkate almıyorlar. Hükûmet halkın tümünü temsil etmiyorsa, 1993 Viyana Dünya İnsan Hakları Konferansı kararında da teyit edildiği gibi self determination'un uygulanmasına cevaz veriliyor. Burada hassas bir durum var; bu hakkı sadece halklar kullanabiliyor. Ancak halkın kim olduğu hususunda uluslar arası literatürde açıklık yok. Bu sebeple halklar kavramı tamamıyla politik bir anlam taşıyor. Şimdi koşar adım yakalamaya uğraştığımız AB'nin yetkili organlarının Türkiye'nin sosyal dokusu üzerindeki kararlarını nasıl unutabiliriz?

15 Aralık 1994'te AB Parlâmentosu DEP milletvekilleriyle ilgili kararında Türk Hükûmetinin ülkenin tümünü temsil etmediğini, Kürt halkının siyasî haklarının tanınmadığını açıkça beyan etmedi mi?

AB çevrelerinde buna benzer daha pek çok beyan ve karar ortadayken, bu yasalara uygun çekince koymadan imzalamanın doğru ve mantıkî bir tarafı var mıdır? Bölücüler bu ülkede kendilerini ayrı bir halk olarak tanımlamadan vaz mı geçtiler; batılılar ileriki süreçte Türkiye'nin bölünme çabalarına Birleşmiş Milletler kararını referans yaparak baskı kurmayacakları hususunda bir teminat mı verdiler? Verdilerse başta Sayın Cumhurbaşkanımız olmak üzere yetkililer kamuoyuna gerekli açıklamaları yapmak ve endişeleri gidermek mecburiyetindedirler.

Bu konu, yakın gelecekte ülke gündemini boydan boya kapladığında hiç kimsenin biz böyle düşünmemiştik diyerek sorumluluktan kurtulamayacağı hayatî bir önem taşımaktadır. Kararı onaylayan bugünkü Meclis üyeleriyle diğer makam sahipleri bunun vebalini kendi hayatları süresince taşıyacakları gibi, bunu, çocuklarına omuzlarının kaldırmakta zorlanacakları ağır bir miras olarak devredeceklerdir.

Selanik Zirvesi sırasında özellikle Fransa ve Almanya'dan gelen övücü ifadeler hükûmetin Uyum Yasalarıyla ilgili çabalarına önemli destek sağladı. Dış İşleri Bakanı Gül, gerek bu mesajlara ve gerekse Türkiye'nin bundan sonra Roma'da yapılacak toplantıya gözlemci olarak katılacak olmasına dayanarak, görüşme tarihinin belirlenmesiyle ilgili kararın daha erken tarihte alınabileceğini açıkladı.

AB çevrelerinden gelen teşvik ve destekleri arkasına alan hükûmet, çok kritik konuları kapsayacağı anlaşılan 7. Uyum Paketini Meclis tatile girmeden yasalaştırmaya hazırlanıyor. Fazla netlik kazanmamakla beraber, paketlerin yedinciyle noktalanmayacağı, çok geçmeden yenisinin gündeme geleceğini tahmin etmek zor değil.

Giderek hızlanan, kapsamını sür'atle genişleten bu değişim ve dönüşüm çabalarının ülke içindeki etkileri kadar, uluslar arası ilişkilerimizde de radikal sonuçları görülecektir. Türkiye'ye alışılmadık derecede sıcak ve sempatik tavırlar alan AB'nin bu süreçte başlıca beklentisi, Türkiye ile Yunanistan'ın Kıbrıs ve Ege konularında uzlaşma sağlamalarıdır. Çünkü her iki konu AB açısından bir ilke meselesi olmanın ötesinde stratejik bir değer taşımaktadır. Şu anda üye ülkelerden hiçbiri, Kıbrıs konusunun çözümsüz kalması hâlinde, bölgede sıcak savaşa bile yol açabilecek bir problemin tarafı hâline gelmeyi istememektedir. 2004 yılında Kıbrıs'ın bölünmüş vaziyette AB'ye dahil olması problemi daha da derinleştirecektir. Bu yüzden Brüksel önümüzdeki yılın sonuna kadar bu meselenin mutlaka halledilmesini arzu ediyor. Bunu sağlayacak ortamın tesisi için maddî katkılar da dahil, bütün imkânlarını seferber etmiş bulunuyorlar. Kasım ayında KKTC'de yapılacak seçimler, o tarihe kadar Denktaş'ın direnci kırılamadığı takdirde tarihî bir kırılma noktası olarak kullanılmak isteniyor. Türkiye'de de benzer bakış açılarının bulunduğu düşünülürse, Kıbrıs davasının simgesi konumunda bulunan Denktaş'ın durumunun kolay olmadığı ortaya çıkmaktadır.

Ülke içinde cereyan eden gelişmeler de Avrupa'dan beğeniyle izlenmekte ve memnuniyetle karşılanmaktadır. İçimizdeki bazı iyimser çevrelerin düşündüklerinin aksine, demokratikleşmenin genişlemesi ve liberal bir toplum ve devlet yapısının ihdası, Türkiye'nin AB'ye girişinin anahtarı şeklinde değerlendirilmeyecektir. Ancak bu değişim ve dönüşümün ortaya çıkaracağı yeni Türkiye modeli, yani kuruluş ilkelerinden giderek uzaklaşan, üniter özelliği çok ciddî şekilde zedelenen, etnik ve dinî kamplaşmaların etkili güvenlik ve beka bariyerleriyle karşılaşmadan rahatlıkla oluşacağı, savunma reflekslerinden önemli ölçüde arındırılmış bir sosyal ve siyasal yapı, Avrupalılar için tarihî bir zafer anlamı taşıyacaktır. Gelecekte Türkiye'yi nelerin beklediğini görmek için son aylarda DEHAP adına organize edilen gösterilere, toplantılara bakmak, buralarda seslendirilen talepleri, atılan sloganları izlemek yeter.

AB ile görüşmelerin başlaması adına yapılanlar, iktidara ilk plânda ihtiyacı olan meşruiyet alanını sağlayarak, etkili bir korunma şemsiyesi işlevi yapıyor görünse de, bir süre sonra sonuçların tahayyül ettiklerinden çok farklı zuhur etmesi durumunda oluşacak sarsıntı, sadece hükûmeti etkilemekle kalmaz, ülkeyi vahim bir kargaşayla karşı karşıya bırakır.