TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

ÖNCELİKLER DOĞRU BELİRLENMEYİNCE

Nuri GÜRGÜR

Şubat 2008 Sayı 246


Geçen yıl bu günlerde ülke gündeminin en önemli konusu ileriki aylarda yapılacak seçimlerdi. Özellikle cumhurbaşkanlığı seçiminin siyasi tansiyonu olağanüstü yükselterek dengeleri sarsmasından, sonuçta rejim krizine yol açmasından endişe ediliyordu.

Yılbaşından itibaren konuya ilişkin tartışmalar giderek şiddetlendi, polemikler genişledi ve sonunda başlıca anayasal kurumların taraf haline geldikleri görüldü.

Bu karmaşa sırasında bazı hukukçuların toplantı yeter sayısına ilişkin görüşleri ilk başlarda kabul görmedi ve hatta dikkatlerden kaçtı. Bu görüştekiler meclis iç tüzüğünü ve anayasanın ilgili hükümlerini farklı yorumluyorlar, toplantı yeter sayısı için 367 üyenin salonda bulunmasının şart olduğunu savunuyorlardı. Cumhurbaşkanlığı seçimine geçilirken CHP’nin yanı sıra, makama AKP’li birisinin seçilmesine karşı olan çevrelerin ve bazı anayasal kurumların bu tezi benimseyip savundukları görüldü. TBMM’nde ilk turlarda katılımın 367 sayısının altında kalması üzerine, CHP Anayasa Mahkemesi’ne müracaat etti ve dilediği yönde bir karar alınmasını sağladı. Bu karar hem yüksek mahkemenin kendi içinde hem de kamuoyunda tatminkâr bulunmadı; yoğun tartışmalara yol açtı. Yüksek Mahkemenin kararı sonuçları açısından yasama organının işlevi olması gereken bir hususta hüküm niteliğini taşıyor, çoğunluğun azınlığın iradesine teslim edilmesi anlamına geliyordu. Başka bir ifadeyle cumhurbaşkanlığı seçiminde 183 milletvekilinin “hayır” demesi durumunda meclis kilitleniyor, cumhurbaşkanı seçemez duruma geliyordu.

AKP’nin yoğun eleştirilere maruz kalan bu karara cevabı seçimleri erkene almak oldu. Böylece CHP’nin hukuk platformunda, yargıdaki etkinliğine karşı erken seçim kararıyla, meseleyi güçlü olduğu ana yani siyasal zemine taşımış oldu. Gündem doğal olarak değişti; dikkatler seçimlere odaklandı. 27 Nisan deklarasyonu başta olmak üzere, kritik görünen konular arka plânda kaldı.

22 Temmuz seçimlerinde CHP ve sol çevreler derin bir hayal kırıklığı yaşarken AKP ile MHP başarılı oldular. AKP elde ettiği 340 milletvekiliyle hükümeti rahatlıkla kurabiliyor, ancak Anayasa Mahkemesi’nin yürürlükteki kararı bağlamında cumhurbaşkanını seçemiyordu. Aşılmaz görünen bu engel MHP’nin Meclis’e girme kararıyla geçildi, düğüm çözüldü.

MHP’nin bu tutumunu başta CHP olmak üzere bazı çevreler tepkiyle karşıladılar. Aradan aylar geçmesine rağmen eleştirilerini yoğun şekilde sürdürüyorlar. Ancak karar kısa vadeli siyasi hesaplar ve particilik açısından uygun görünmese bile, ülke çıkarları düşünüldüğünde ,doğru bir tercih yapıldığı görülür. Başka bir ifadeyle MHP partizanlık yapmadı, kararını sorumluluk bilinciyle verdi; ülkeyi yeni bir seçim anaforuna sokmamak suretiyle bir yandan muhtemel bir ekonomik ve siyasal krizi engellerken diğer taraftan demokratik düzenin doğal yörüngesi üzerinde devamını sağlamış oldu.

340 milletvekilinin desteğiyle hükümeti kuran ve belirlediği adayın Cumhurbaşkanı seçilmesini sağlayan AKP, ikinci iktidar dönemine daha güçlü bir siyasal zemin bularak başladı. Önceki dönemde Çankaya’nın karar ve icraatlarını engellediğine ilişkin şikayetlerinin gerekçeleri artık söz konusu değil. Herhangi bir başarısızlık durumunda bütün sorumluluğu üstlenmiş bulunuyor.

22 Temmuzdan bu yana altı ay geçti. Aslında mevcut iktidarın devamı olsa bile, her yeni kurulan hükümet için ilk 180 gün kritik bir dönemdir. Yeterli hazırlığı, geleceğe ilişkin tasavvurları (vizyonu) olmayan, tespitlerini doğru yapamayan, projelerini uygulayacak nitelikli politik ve bürokratik kadroları oluşturamayan bir hükümetin ilk aylarda kararsızlık ve bocalama süreci yaşaması kaçınılmazdır. Daha sonra dağınıklığı telafi etmek, toparlamak çok zor olur. Üstelik belli bir süre sonra iktidar yorgunluğu ve siyasi yıpranmalar baş gösterir; muhalefet giderek güçlenir.

AKP ikinci iktidar dönemine başlarken eylem plânını doğru yapmak ve üzerinde yoğunlaşacağı meselelerin öncelik sıralamasını net şekilde belirleyerek bunlara yönelmek zorundaydı. Bu tarz bir değerlendirme bağlamında iki temel konu öncelik kazanıyor, açık arayla diğer bütün meselelerin üzerinde yer alıyordu:

  1. Etno milliyetçi Kürtçülük ve PKK terörü
  2. Ekonomi

2007 yılı ekonomik çevrelerin ortak kanaatine göre ülkemiz için kayıp bir yıl olmuştur. Örtülü tarzda uygulanan seçim ekonomisi bütçe dengelerini bozmuş, son yıllarda görünmeyen bir açığın oluşumuna yol açmıştır. Büyüme hızının %5 in altına düşmesi, yükselen petrol fiyatları ve kuraklığın da etkisiyle enflasyon hedeflerinden sapılması, cari açığın Dünya Bankası’nın ikaz ihtiyacı duyacağı kadar kritik boyutlara ulaşması yaşanan sıkıntıların makro plândaki görüntüleridir. Bunların yanı sıra Dünya ekonomisinde ve özellikle ABD’de baş gösteren kriz nedeniyle ekonomik sıkıntılarımız giderek derinleşiyor. Problemlere çözüm bulmak için bir an önce gereken yapısal reformlar, yasal düzenlemeler, köklü önlemler sadece konuşuluyor. Ekonomideki sıkıntılar hızla sosyal alanlara kayıyor ve buralardaki mevcut problemleri tetikliyor. Sonuçta toplumun psikolojisi, moral yapısı alt üst oluyor. Bugün her üç üniversite mezunundan birinin işsiz ve çaresiz olması aileleriyle birlikte karamsarlığa ve çileye dönüşüyor. Değerler, inançlar ve ölçüler sarsılıyor. Uyuşturucu kullanımı okul çağındaki çocuklar arasında endişe verici bir hızla yaygınlaşıyor. Özel sektörün borçları hızla artarken çaresizlik içinde kıvranan yurttaşların kredi kartı borçları patlama noktasına doğru kabarıyor. Suç oranlarındaki artış, olayların giderek organize şekilde genişlemesi, büyük şehirlerin geceleri sokağa çıkamaz hale gelmesi sosyo-ekonomik problemlerin vehametini gösteren çarpıcı ve düşündürücü örneklerdir.

Önem sıralamasında ilk sırada yer alması gereken diğer konu etno-milliyetçi Kürtçülük ve PKK terörüdür. Cumhuriyet döneminin bu en büyük iç gailesine 22 Temmuzdan sonra yeni bir unsur daha eklendi. Terörist başının talimatları doğrultusunda belirlenen isimler bağımsız olarak seçilip Meclis’e girdiler; DTP çatısı altında grup oluşturdular. Böylece dokunulmazlık zırhıyla ve grup olma imkânlarıyla daha rahat konuşma, çalışma ve ilişki kurma ortamı sağladılar.

Omurgasız ve kimliksiz olmayı bir Dünya görüşü ve hayat felsefesi olarak benimseyen “Türkiye’li aydınlar” başta olmak üzere, bazıları DTP’nin Meclis’e girmesinden büyük mutluluk duydular. Bu gelişmenin problemin çözümüne olumlu katkı yapacağını, DTP’nin Meclis’te bulunmasıyla meseleleri siyasî zeminde konuşma imkânı bulacaklarından silahı bırakacaklarını kesin bir dille ilân ettiler.

Ancak bu çevreler Devlet’in bazı yükümlülükleri yerine getirmesi gerektiğini sık sık tekrarlıyorlar. Bunlara göre Kürtlerin kimliklerini, dillerini, kültürlerini özgürce yaşayıp geliştirecekleri yasal ortam zaman kaybetmeden hazırlanmalı. Daha açık bir ifadeyle kimlikleri resmen tanınmalı, bu cümleden Kürtçe okullarda ders olarak okutulmalı, televizyon yayınlarında süre sınırlandırılması kaldırılmalı, yerel yönetimlere geniş yetki ve inisiyatif bırakılmalıdır. Ne var ki DTP seçimlerden bu yana sempatizanlarına ve yandaşlarına bir bakıma ihanet ediyor; bu çevrelerin görüşlerinin, önerilerinin tümüyle yanlış ve geçersiz olduğunu gösteren politikaları ısrarla sergiliyor.

İlk başlarda PKK ile DTP arasında yaşanır gibi olan temsil karmaşası, Apo’nun direktifleriyle aşıldı. Farklı eğilimler sergilemeye özenen bazı vekillere kontrolün kimde olduğu kısa sürede gösterildi. Biat kültürünün egemen olduğu, Apo’nun her vesileyle yüceltildiği bir yapılanmada bu durumun şaşırtıcı bir yanı yoktur.

DTP’li milletvekili ve yöneticiler PKK ile irade ortaklıklarını sık sık açıklıyorlar, eylemlerini savunuyorlar, terörist başını her vesileyle selamlıyorlar, devlete ve yasalara fütursuzca meydan okuyorlar.

PKK’nın geçen yılın ilkbahar aylarında başlattığı eylemler yaz aylarında yoğunlaştı ve sonbaharda Dağlıca saldırısıyla doruğa ulaştı. Doğrudan Türkiye’nin güvenliğine, istikrarına ve ülke bütünlüğüne yönelik bu saldırılara karşı yükselen toplumsal tepkiler ve öfke, kamuoyundaki genel beklenti Kuzey Irak’taki terörist barınaklarını hedef alan geniş bir askerî harekâtın gecikilmeden yapılmasını zarurî kılıyor. Ancak hükümet sınır ötesi operasyon yetkisini içeren tezkereyi Meclis’ten geçirmeyi ve bu karara dayanarak askere talimat iletmeyi muhtemelen ABD ile mutabakat sağlama ihtiyacını duyduğundan ağırdan aldı. Birkaç aylık gecikmeden sonra Aralık ayında havadan başlatılan operasyonların PKK’yı ne derece hırpaladığı, kış şartlarında karadan yürütülmeye çalışılan arama-taramaların ne sonuç verdiği bilinmiyor. Ancak DTP’lilerin kışkırtıcı tavırları örgütün silah bırakmak ve yöntem değiştirmek niyetinde olmadığını ortaya koyuyor. Buna karşılık konunun önemiyle orantılı çok yönlü ve geniş kapsamlı bir plânımızın bulunmadığı, olayların akışına göre günübirlik tepkisel tavırlarla problemin geçiştirilmeye çalışıldığı görülüyor. Meselenin özüne nüfuz edemeyen yüzeysel ve günübirlik yaklaşımlarla problemler doğal olarak çözümlenemiyor. Etno-milliyetçi Kürtçülük ve PKK terörü hız kesmeden sürüyor. Bunun yanı sıra ülke ekonomisinde giderek yerleşik hale gelen, çeşitli sinyallerle varlığını hatırlatan sıkıntılar hızla sosyal alanlara doğru genişliyor.

Hükümetin öncelikleri belirleme konusundaki yaptığı stratejik yanlış sonucu seçimlerden hemen sonra Anayasa değişikliği gündeme alındı ve tartışmalar başladı. 301.madde ise zaten yıllardır bilinen iç ve dış merkezlerin çabalarıyla gündemden düşürülmemeye çalışılıyor. Son aylarda yeniden ısıtılarak ön plana çıkartılan bu konuda ilginç bir tablo sergileniyor. Ermenistan, PKK, Kıbrıs Rum Kesimi gibi husumet merkezleri, Türkiye’den beklentilerini sıralarken, ısrarla bu maddenin kaldırılmasını istiyorlar. Bu ortaklaşa isteğin esasında bir kapı aralamak anlamına geldiği, değişikliğin ardından Ceza Kanunu’nun, millî kimliğimizi, birlik ve bütünlüğümüzü koruyan diğer maddelerine hep birlikte saldıracaklarından, ustaca kullandıkları demokrasi ve çağdaşlık retoriği ile ülkemizin savunma mekanizmalarını ortadan kaldırmak isteyeceklerinden kimsenin kuşkusu olmasın.

Aslında 82 Anayasası’nın birçok maddesinin değiştirilmesi gerekiyor. Nitekim önceki yıllarda çeşitli nedenlerle seksene yakın maddenin değiştirilmiş olması bu ihtiyacın sonucudur. Ancak çeşitli iktidar dönemlerindeki değişiklikler meseleyi halletmediği gibi, yapılan eklemeler ve çıkarmalarla metnin yazılım ve bütünlüğü büsbütün bozuldu. Geçen yıl cumhurbaşkanlığı konusunda yaşanan gerginliğin temel nedeni, 82 Anayasası’nda bu makama parlamenter sistemle bağdaşmayacak ölçüde geniş yetkilerin verilmiş olmasıdır.

Referanduma sunularak yasalaşan ve seçimin halka yaptırılması, görev süresinin beş yıllar sınırlandırılması gibi değişiklikler, meselenin özüyle ilişkisi bulunmayan, gerekip gerekmediği bile tartışılacak hususlardır.

Anayasa’nın dikkatle taranarak değiştirilmesi zarurî olan maddelerini belirleyerek bunlarla ilgili girişim başlatılsaydı ciddî bir itirazla karşılaşılmazdı. Üstelik bu tutum toplumun geniş kesimlerinde rasyonel ve gerekli bir adım olarak değerlendirilir, takdir toplardı.

Başbakan Erdoğan, zihniyet ve ideolojik farklılıklarını bir yana bırakarak, kendisine olabildiğince yakın durmaya çalışan, böylelikle iktidarın büyük imkânlarından pay kapmak isteyen sol ve Marksist kökenli liberallerle, ikinci Cumhuriyetçilerin etkisinde kaldı. O çevrelerden gelen telkinlerle Anayasa’yı kısmen değil, topyekün değiştirmeye niyetlendi. İlk tasarıyı hazırlayan komisyon aldıkları talimatla bu kapsamda bir taslak hazırladı. Ancak Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in de ifade ettiği gibi, bu göründüğü kadar basit ve kolay bir konu değildi. Yoğun tepkiler üzerine ilk metnin önemli ölçüde değiştirilmesi, ilk üç maddenin aynen korunması, yeni bir Anayasa iddiasının bir yana bırakılması toplumda oluşan tedirginliği ve kuşkuları giderebilmiş değil.

Zamanlaması, yöntemi ve üslûbu son derece hatalı olan bu girişim aylardır gündemin ilk sıralarında yer alıyor; çok daha acil ve öncelikli konulara ayrılması gereken zamanı gereksiz şekilde işgal ediyor.

Gündem belirlemekte başarısız kalan ve sıralamayı doğru yapamayan hükümet, benzer hatayı başörtüsü konusunda da tekrarladı. Yöntem ve üslup açısından Anayasa meselesindeki yanlışların tekrarlanması sonucu ülke gereksiz bir gerginlik ve tehlikeli bir kutuplaşmayla karşı karşıya kaldı.

30 yıldan beri kanayan bir yara olan, binlerce insanımızı, genç kızımızı inciten, muzdarip kılan bu konunun makul bir çözüme kavuşması zarureti ortadadır. Evrensel değerlerin, insan haklarının ve demokratik açılımların itiraz görmediği, herkesçe benimsendiği, toplumsal bir mutabakat haline geldiği bir ülkede reşit olmuş, yasal sorumluluk taşıyan genç kızlara inanç ve tercihlerinden dolayı üniversite kapılarını kapatmanın haklı bir gerekçesi olamaz. Yasaların zorlanması hukukla ilgisii olmayan, çağımıza yakışmayan bir tahakkümdür. Kaldı ki bu tutumun insani ve vicdani bir yanı yoktur. Özgürlük ve hukuk bayraktarlığını kimseye bırakmak istemeyen bazı çevrelerin, sırf kendi zihniyet ve inanç dünyalarıyla uyuşmadığı için, Devletin gücünü başlarını inançlarının gereği kapatan kızlarımıza kullanmak istemelerinin adı zorlamadır.

Laik ve Anayasal düzen cebir ve baskıyla, hukuka aykırı zorlamalarla korunamaz. Mao’nun, Stalin’in, Hitler’in başaramadığını 21.yüzyılda denemeye kalkışmak abesle iştigaldir. Herkes aklını başına almalı, ülkenin otuz yıldan beri baskı ve zorlamalarla nereden nereye geldiğini, bunların ne sonuç verdiğini, toplumda ne tarz algılandığını görmeli, gerçeklerle yüzleşmelidir. AKP’nin seçimlerde %47 oy alarak sağladığı başarıda teşkilat becerisinden, programının çekiciliğinden, söylemlerinin inandırıcılığından önce toplumun geniş kesimlerinin hukuk dışı baskılara, zorlamalara, inancına karşı yapılan saygısızlığa duyduğu tepkilerin rolünü belirlemeden siyasetteki gelişmeleri anlamlandırmak mümkün olmaz.

Konunun otuz yıldır kilitlenip kalmasının diğer ucunda inancı, dinî duyguları siyasi çıkarları için vicdansızca sömürmeye çalışan politikacılar yer alıyor. İnsanlarımızın inançları konusundaki hassasiyetlerini siyasî rant olarak kullanırken bunun topluma maliyetini, sonuçlarını hiçbir zaman hesaba katmadılar. Mukaddesatı politik malzeme haline getirmenin hem beşerî hem de ilahî ağır sorumluluklarının olduğunu, bu vebalin altında kalıp ezileceklerini, her iki dünyada zelil duruma düşeceklerini keşke düşünebilselerdi.

Kıyafetleri dolayısıyla incitilen, acı çeken genç kızlarımız ve aileleri bu durumun sorumlularını doğru belirlemek, kendilerini sömürmek isteyenlere fırsat vermemek zorundadırlar. Kimsenin hamiliğine, vesayetine ihtiyaçları yoktur. Haklarının bilincinde olmaları, özgüven duymaları sonucu mesele politikanın yıpratıcı ortamından, politikacıların bencil ve hırslı pençelerinden çıkacak siyasallaşmadığı ölçüde tabii mecrasında çözüme ulaşacaktır.

İki yüz yıllık modernleşme sürecimizde yaşanan gelişmelerden, sancılardan, çekişmelerden günümüze intikal eden pek çok problemimiz var. Hâlâ kültür ve medeniyetimize dayanarak zihniyet ve düşünce dünyamızın ortak paydalarını, asgari müştereklerini oluşturmayı başaramıyoruz. Başörtüsü sadece belirli bir kıyafet ve şekil konusu değil, toplumsal konumunu kabulde zorlandığımız, belirleyemediğimiz inanç yapımızın önemli figürlerinden birisi. Kültür ve medeniyetiyle barışık olmayan, Batı dünyasının geçen yüzyılın başlarında terk edip başka düşünce kulvarlarına yöneldiği pozitivist anlayışı kutsallaştıran, iman halinde benimseyen kesimlerin varlığı problemin çözümünü doğal olarak zorlaştırıyor. Ancak zor meselelerin kolay çözümlerinin bulunmadığını bilerek, özetle daha ciddî ve kapsamlı hazırlıklar yaparak, konuşma ve sunuş dilini temas ortamını, kurumsal ilişkileri daha özenli sağlayarak hareket edilebilseydi ortam bu derece gerilmezdi. Yöntem ve üslup yanlışlarının nelere yol açabileceğini gördüğümüzden birkaç maddenin değiştirilmesiyle problemin çözülemeyeceğinden endişe ediyoruz.