TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

Şimdi Sırada İran Mı Var?

İran’da Meşhed şehrinde geçen hafta ekonomik sıkıntılara tepki olarak başlayan eylemler, kısa zamanda ülke geneline yayıldı. 31 vilayetten 29 unda göstericilerin protestosu devam ediyor. Ölümler, tutuklamalar her geçen gün artıyor. Bu gösteriler 2009’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerine hile karıştığını öne sürerek başlayan ve 40 kadar göstericinin hayatını kaybetmesine yol açtıktan sonra bastırılan olaylardan farklı bir seyir izliyor.

Önceki gösterilerin ağırlık merkezi Tahran idi ve yüzbinlerce insan sokağa çıkmıştı. Bugünkünün başlangıç yeri olan Meşhed, İran rejiminin en güçlü kitlesel desteğe sahip bulunduğu, muhafazakâr eylemlerin ağırlıklı olduğu bir bölge. Olayların başında ekonomik sıkıntılara çare bulamamakla suçlanan hükümet ve Cumhurbaşkanı Ruhani hedef alınıyordu; ancak çok geçmeden olaylar yaygınlaştıkça görüntü de değişti. İran devletinin en yetkili ismi dini lider Ayetullah Ali Hamaney ve rejim doğrudan hedef alınmaya başladı.

Liberal ve reformcu kesimlerin desteğiyle seçilmiş olan Cumhurbaşkanı Ruhani, itidalini koruyarak, tepkileri anlayışla karşılayarak tansiyonu düşürmek istiyor. Buna karşılık ruhani lider Hamaney tam tersi bir tutum içerisinde, güç kullanarak sert yöntemlerle göstericileri pişman edip sindirmek ve bastırmak amacında. Başka bir ifadeyle İran’da olaylar bir yandan devam ederken, diğer yandan devletle hükümet yani Hamaney ile Ruhani, teokrasi ve demokrasi yanlıları arasında bir nevi bilek güreşi yapılıyor.

1979’da Humeyni’nin önderliğinde 12 İmam Şiası fıkhına, teokratik esaslara göre inşa edilen yönetim yapısı, İran sosyolojisinden ve ekonomisinden kaynaklanan nedenlerle giderek tıkanıyor. ABD’nin uyguladığı ambargo İran ekonomisine ciddi hasar veriyor. Önceki başkan Obama döneminde, 2015’de imzalanan nükleer anlaşma büyük beklentilere yol açmıştı. İran’ın ABD bankalarında bloke edilmiş bulunan yüz milyarlarca dolarlık parasının kısa zamanda serbest bırakılacağı umuluyordu. Böylece güçlü bir ekonomik sıçramanın yapılmasını sağlayacak kaynaklar İran’ın eline geçecekti. Tahran yönetimi anlaşma henüz sonuç vermeden gerçekleşeceğini var sayarak eline geçmemiş olan kaynağı içeride ve dışarıda kullanmaya kalkıştı. 1979’da İslâm Devrimi iddiasıyla oluşturulan rejim bir süre sonra farklı bir mecraya yönelmiş, Fars milliyetçiliğinden mülhem Şii fanatizmi temel devlet politikası haline gelmişti. Bu değişimin siyasal ve askeri sonuçları özellikle on yıldan beri geniş bir coğrafyada yaşanıyor. Halen dört ülkede Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de ve Lübnan’da İran’ın varlığı ve etkisi ön plâna çıkmış durumda. Bahreyn ve Nijerya’da ise muhalifler İran’ın desteğini her an yanlarında bulabiliyorlar. İran’ın bu politikaları yürütebilmesi için geniş malî kaynakları kullanması gerekiyor ve bunu da yapıyor. Askeri harcamaları hızla artıyor. Bu politikanın bir ölçüde bazı başarılara yol açtığı, Tahran’ın nüfuz alanının bölgede genişlediği bir gerçek. Ancak bütün bu harcamaların İran ekonomisine altından kalkamadığı yükler getirdiği  deortada.

ABD’de Trump’un başkan seçilmesi İran’ın durumunu daha da zorlaştırdı. Yeni başkanın ilk yaptığı iş nükleer anlaşmayı reddetmek ve İran’ı Kuzey Kore ile birlikte en büyük düşman ilan etmek oldu. Ambargoyu daha da ağırlaştıracak, İran’ı zor durumda bırakacak adımlar atılmaya başlandı. Trump, böylelikle İsrail’in ısrarla istediği askeri bir harekâtın riskine girmeye gerek kalmadan nefret ettiği İran rejimini çökerteceğini umuyor.

Washington’un İran ekonomisini çökerterek halkı ayaklanmaya yönlendirme niyeti ne ölçüde tutar bilinmez ama Trump’un ve İsrail yöneticilerinin olayların ilk gününden başlayarak, bunları destekleyici mesaj vermeleri tam tersi etkilere yol açıyor. Gösterileri ABD-İsrail ve Suudilerin rejimi devirmeye yönelik plânlarının uygulanması gibi göstermek isteyen İran yönetimine ve destekleyicisi medyaya etkili bir dezenformasyon yapma fırsatı sunulmuş oluyor. Bu görüntü küresel hegemonik gücü elinde bulunduran ABD’nin ve Başkan Trump’ın politik öngörülerinin sığlığını ve ufuksuzluğunu gösteren tipik bir örnektir.

İran’daki olaylar, bir süre sonra muhtemelen bastırılacaktır. Çünkü göstericilerin toplumsal tabanı geniş görünmekle beraber, sevk ve idare becerisi anlamında olayları yönlendirecek lider kadroları bulunmuyor. Göstericilerin dillendirdikleri istekler ve sorumlu saydıkları hedefler hususunda da ortak paydaları yok. Kimileri hükümeti ve Ruhani’yi, kimileri de Hamaney’i ve rejimi hedef alıyorlar; çoğu zaman ekonomik sıkıntılardan dertlerini ortaya koyarken, bazen de daha fazla demokrasi, reform ve özgürlük taleplerini dile getiriyorlar.

İran yönetimi şu ana kadar rejimin vurucu gücü olan “Devrim Muhafızları”nı devreye sokmadı; muhtemelen yıpranmasını istemiyor. Göstericilere karşı daha ziyade “Besiciler” diye adlandırılan paramiliter gruplar kullanılıyor. Ancak onlarında  bu işte fazla istekli olmadıklarına ilişkin haberler alınıyor.

İran etnik bakımdan mozaik bir yapıdır. Tebriz merkez olmak üzere Azerbaycan bölgesinde yaşayan otuz milyon civarındaki Azerbaycan Türk’ünün yüksek bir milli bilince sahip olduğu biliniyor. Ayrıca İran’ın doğu bölgesinde üç milyona yakın Türkmen nüfusu barınıyor. İran’daki son gelişmelerin seyrini Azerbaycan Türkleri’nin belirleme ihtimali yüksektir. İran Futbol Liginin üst sıralarında yer alan Traktorsazi futbol takımının maçları yıllardır milli bir gösteriye dönüştürülüyor. Tribünleri dolduran binlerce Azerbaycan Türkü, kırmızı beyaz amblemler ve üç hilalli bayraklarla bozkurt işaretleri yaparak takımlarını destekliyorlar. İran televizyonu bazen maç yayınını kesme durumunda kalıyor. Çok kullanılan sloganlardan bir tanesi “Tebriz-Bakü-Ankara, biz hara Farslılar hara, kurban olsun Turan’a”.

İran’daki bütün bu gelişmeler doğal olarak en fazla Türkiye’yi ilgilendiriyor. ABD-İsrail eliyle yürütülen emperyalist politikaların bölgeyi ne hale getirdiği ortada. Irak ve Suriye’de merkezi hükümetlerin çökmesi, istikrarsızlık ve yönetim boşluğu, yaşanan kanlı çatışmalar Türkiye’ye doğrudan beka ve güvenlik sorunu olarak yansıyor. Sadece kendi çıkarlarını düşünen, milyonlarca insanın acısına, ülkelerin harabe haline dönüşmesine seyirci kalan Washington’un İran meselesinde daha insani, vicdani ve hakkaniyetçi bir tutum sergilemesini beklemek hayal olur.

İran olayları demokrasinin, hukukun, adaletin ve özgürlüklerin milletlerin hayatında ne kadar önemli olduğunu ortaya koyan ders niteliğinde bir örnektir. Mevcut rejim, siyasi iktidar ne kadar güçlü ve etkili görünürse görünsün, elinde medya ve sermaye gibi silahlar bulundurursa bulundursun halkın temel taleplerini ancak belirli bir süre engelleyebildiği, saltanatın bir sınırının bulunduğu gerçeği İran’da yaşanıyor. Bu ülkede 2016’da fert başına düşen milli gelir iki yıl öncesine nazaran 7.500 dolardan 5.200 dolara düşmüş durumda. Halkın büyük bölümünün ekonomik sıkıntıları giderek derinleşirken, yolsuzluklar yaygınlaşıyor, iktidar ve çevresi yani devlet gücünü elinde bulunduran mollalar ve yandaşları servetlerine servet katıyorlar. Bir takım manevi ve dini söylemlerle, mezhebi iddialarla bu hazin tablo gizlenmeye çalışılsa bile gerçekler sonuçta hayata yansıyor. Ne ruhani lider Hamaney’in ne de dokunulmazlık zırhıyla kuşatılan Ayetullahların iktidarı sonsuza kadar sürmeyeceği anlaşılıyor.

Türkiye için önemli olan İran’da istikrarın sürmesi, halkın beklentilerini ve isteklerini karşılayacak adımların atılması, hukuk devletini geçerli kılacak reformların gerçekleştirilmesidir. Bu durum İran’da rejim devrilmese bile istikrarsızlığın devamını ve çatışmalara dönüşmesini isteyen Washington’un beklentilerine uymuyor. Başka bir ifadeyle Türkiye ile ABD arasında bölgede yeni bir zıtlaşma konusu daha gündeme gelmiş bulunuyor.